Ana içeriğe atla

SESLENDİRMEDEN KÜLTÜR–SANATA, ÖYKÜLERDEN TELEVİZYONA: YEKTA KOPAN


RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN


Her şeyden önce tiyatrocu Yekta Kopan; sanatçı bir ailenin çocuğu… Sonra ses; babası aracılığıyla henüz çocukken, TRT Ankara Radyosu’nda seslendirme yapmaya başladı. Seslendirme sanatçısı olan ablası Yeşim Kopan gibi Radyo Çocuk Saati programında seslendirme eğitimi aldı ve bu alanda çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Önemli karakterler onunla dilimize dönüşüp yakınlaştı. Jim Carey yahut Michael J. Fox mesela ya da Buz Devri’nin hınzır karakteri Sid. Ve kalem epeyce; kelimelerle ilk ilişki, şiirle başlıyor. Ardından sıcak ve sade öyküler damıttı hayattan. İlk kitabı ‘Fildişi Karası’ 2000 yılında yayımlandı. Ardından ‘Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri’ , ‘Yedi Derste Vicdan Muhasebesi’, ‘Kara Kedinin Gölgesi’ ve ‘Karbon Kopya’ adlı öykü kitapları ile ‘İçimde Kim Var?’ adlı romanı takip etti. Oyun yazdı, kitapları ödüller aldı.
Tüm bunların yanında yaptığı televizyon programlarıyla kültür–sanat alanında görünür bir isim oldu. İyi bir ‘blogger’ aynı zamanda. Bu çok yönlü sanatçıyla ‘İpekli Mendil’ adını taşıyan son antoloji kitabından öykülerinde kurduğu atmosfere ve Türkiye’deki kültür–sanat politikalarına uzanan renkli bir sohbet gerçekleştirdik.
Türkiye’nin önemli seslendirme sanatçılarından birisiniz. Karakterlere nasıl hayat veriyorsunuz?
Her biri için ayrı özel çalışma yaptığımı söyleyemem. Bu, aslında yılların birikimiyle ve yılların deneyimiyle ve ekranda gördüğümle hızlıca ilişki kurabilme becerisi ile oluşmuş bir şey. Hepsi için ayrı özel çalışmalar yapmıyorum ama genel olarak seslendirmede konuştuğum bütün karakterlere eşit mesafeden yaklaşmaya; seslendirdiğim karakterin iyi insan, kötü insan, animasyon karakteri olup olmadığını düşünmeden hepsiyle sıcak ilişki kurmaya çalışıyorum. Seslendirmeyi bir zanaat görürüm. Dolayısıyla her zanaatkâr sunulacak ürünü ne kadar iyi hale getirerek sunmak istiyorsa, ben de o kadar çalışıyorum. Aslında bir başka mesleği yapan insandan çok daha fazla özel bir çaba harcıyorum desem kendimi övmüş ve gereksiz yere böbürlenmiş olurum. Sadece işimi iyi yapmaya çalışıyorum.



Seslendirme yaparken bir taraftan da yazıyorsunuz. Yazma serüveniniz nasıl başladı?
Okuma ve yazma eylemiyle tanıştığım zamandan beri hep yazıyorum ve hep de yazmak istedim. Yazıyla olan ilişkim, daha çok okumakla olan ilişkimle ilgili. Çocukluk yaşlarımdan beri hep okudum ve okumaya başladığımdan beri de hep yazmak istedim. Ama bir yazar olmaktan çok benim için değerli olan, iyi bir okur olmaktır. İyi bir okur olabilmek için yapmam gereken ne varsa yapmaya çalışan, algısını açık tutmaya çalışan, anlamaya çalışan, anladığını da anlatmaya çalışan biriyim. Yazmak benim için okuduklarımı, izlediklerimi dinlediklerimi ve bütün dünyadan anladığımı bir diğer kişiye anlatabilme çabası. Bu çabam da harflerle tanıştığım günden beri var.
Anlatabilmek için anlamak mı gerekiyor? Zira öyküleriniz birbirinden bağımsız başka hayatlara ve karakterlere dokunuyor sürekli…
Hayatın gördüğümüz, izlediğimiz, dinlediğimiz, bildiğimiz bilmediğimiz, hayalini kurduğumuz her alanını okumak isteyen biriyim. Okuduklarını kendi içinde biriktiren, biriktirmek isteyen bir insanım. Yazmanın da çalışmakla başarılabilecek bir özellik olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla okuduğum her şeyi biriktirdiklerimle daha sonra kendimle ve bu bütün gördüklerimle hesaplaşabilme yeteneği sayesinde tekrar kendimden çıkararak kurmaca metinlere çeviriyorum. Bütün bu biriktirdiğim karakterler, olaylar, kişiler benden çıkarak yine kurmaca metinlere dönüşüyor.
Yazmanın temel motivasyonu nedir sizin aynanızda?
Ben hep şöyle düşünürüm: Elbette benim yazdıklarımı sevenler de olacaktır az sevenler de, sevmeyip nefret edenler de olacaktır. Bu, çok anlaşılır bir şey. Herkes sevsin diye yazan bir yazar hayal edemiyorum. Herkes sevsin diye yazan bir insanın yazdığı ile samimi bir ilişki kurabileceğini de hayal edemiyorum. Ben yazdıklarımla samimi bir ilişki kurmak istiyorum. Bu samimiyet eğer bazı okurların benim yazdıklarımı sevmesine ya da sizin dediğiniz gibi kendisinden bir şeyler bulmasına neden oluyorsa demek ki ben o okurların dünyasındaki kişileri biriktirebilmişim. İşte tam da anlatmak istediğim buydu. Anlamak istiyorum, anlayabildiklerimi anlatarak paylaşmak istiyorum ve paylaşarak da çoğalmak istiyorum.
Bu çoğalma çabasının geldiği nokta, sanırım İpekli Mendil?
Ortaokul yaşlarımda okuduğum Said Faik öyküsündeki cümle beni gerçekten çok etkilemiş bir cümleydi. Aynen şöyle o cümle: “Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı, avucunun içinden bir ipekli mendil su gibi fışkırdı.” Bir ipekli mendilin avuç açıldığında avucun içinden su gibi fışkırdığını düşünün. Edebiyatın gücü bu işte! Ölmek üzere olan bir çocuğun avucunun içinden ipekli mendilin su gibi fışkırmasını hepimiz tahayyül edebiliyoruz. Dolayısıyla bir nesnenin bütün hayallerde ortak bir nokta oluşturabilmesi beni ilk okuduğum andan itibaren çok etkilemişti. Daha sonra okuduğum tüm kitaplarda o nesnelerin, o karakterlerin, o renklerin, o kokuların peşine düştüm ve bir okur olarak bu beni çok ilgilendirdi. Bazen bir öykü okursunuz, o öyküyü belki de çok sevmezsiniz ama öyküdeki kokuyu hiç unutmazsınız. Bazen çok sevdiğiniz bir öyküdeki bir karakter, ömrünüz boyunca unutamayacağınız bir karaktere dönüşür. Onu hep bir kenarınızda tutarsınız. Hatta günlük hayatınızda o karakter üzerinden örnekler vermeye başlarsınız. O artık sizin bir parçanızdır. O artık yazarın yazdığı bir karakter, nesne ve renk olmaktan çıkmış, siz okurun sahiplenme hakkı olan bir parçaya dönüşmüştür. Ben o parçaların peşinde koşmayı çok sevdim. İpekli Mendil, çocukluk yıllarımdan bu yana o heyecanla okuduğum, araştırdığım, aradığım nesnelerin, karakterlerin yani benim okuma tarihimin bir iz düşümü oldu.
Siz ve arkadaşlarınız neyin eksikliğini hissederek ya da okuyucuya neyi vermeyi amaçlayarak bu kitabı yazdınız?
Okuyucuya bir okuma disiplini olabileceğini göstermek istedik. Uzun uzun öykü özetleri, yazar biyografileri vermek değil de çok küçük bir dokunuşla edebiyatın ne kadar değerli, ne kadar renkli ve çoğaltıcı bir şey olduğunu göstermek istedik. Neyin eksikliği derseniz özellikle eserin hazırlığı aşamasında Türkiye Cumhuriyeti öykü tarihinin bazı kaynaklarına ulaşmanın ne kadar zor olduğunu gördük ve bu bizim için çok büyük üzüntüydü. Çok değerli yazarlarımızın bırakın bir kitabını, bir toplu öyküleri külliyatına, iyi antolojilere ulaşmak çok kolay değil. Kimilerinin baskıları tükenmiş, kimileri unutulmuş gitmiş, kimileri tozlu raflarda kaybolmuş. O yüzden bu süreçte hâlâ direnerek öykü yayımlayan yayınevleri, sahaflar, antoloji hazırlayan çok değerli edebiyat insanları bizim için önemli kaynaklar oldu. Ama şunu söyleyebilirim ki bu ülkenin sadece edebiyatının değil düşünce ve insanlık tarihinin de çok iyi bir resmini görebileceğimiz öykülerin daha fazla basılması ve okuyucuya ulaşması hayalimdir.



Önsözde “Bu kitabı yazarken bir yandan Cumhuriyet tarihinin bir fotoğrafını çekmenin heyecanını yaşadık.” diyorsunuz. Nasıl bir fotoğraf bu?
Aslında Türkiye’nin şu yaşadığı son 10 seneyi hak etmediğini kanıtlayacak kadar birbirine geçmiş, sargınlaşmış, farklı kültürlerin, farklı dillerin, farklı dinlerin, farklı hayat algılarının aynı masaya oturabildiği bir fotoğraf. Fakat görüyoruz ki bu fotoğraf son 10-20 yıldır çeşitli yerlerinden çekiştirilerek bozulmaya, yok edilmeye çalışılıyor. Hatta o kadar yok edilmeye çalışılıyor ki aslına değil, negatifine bile ulaşamayacak hale geleceğiz. Aynı masada yemek yediğimiz dostluk fotoğrafının algısının yok edilmeye çalışıldığı, negatifinin bile ortadan kaldırıldığı bir zamandan geçiyor olmak hepimizin hesaplaşması gereken bir konu. Genel olarak baktığımızda ise iki şeyi söyleyebilirim: Bu hep beraber yemek yiyebildiğimiz çok neşeli, çok kalabalık, çok renkli, çok dinli, çok özgürlükçü masayı gördük. Bir yandan da dil, kurgu, anlatım teknikleri ve edebiyatın mutfağı açısından da ne kadar yetkin bir edebiyatımız olduğunu bir kere daha gördük.
Hazırlık aşamasında sizi şaşırtan isimler ve öyküler karşınıza çıktı mı?
Kesinlikle. Kişisel olarak şunu söyleyebilirim: Zamanında okumuş ama unutmuş olduğum kimi yazarlar ya da öyküler karşıma çıktı. Hiç okumadığım, adını duyduğum ama okumadığım öyküler ve öykücüler karşıma çıktı. Dolayısıyla bu kitap bir öykü sever ya da bir edebiyatsever için şaşkınlıkların buluşma alanı olacak. Şöyle ki: Evet adını duymuşsunuzdur. Bu öykü sözlüğünde bir maddede de karşınıza çıkar. Bu madde hoşunuza gidebilir, ilginizi çekebilir, bir daha zihninize düşebilir, bir kere daha araştırmak isteyebilirsiniz. Sonuçta tamamlanmış bir kitap olarak görmüyorum bunu. Bu ancak okurun o araştırmasıyla, okurun o yolculuğa dahil olmasıyla, o yolculukta yol almasıyla tamamlanacak ya da yaşayacak bir kitap.
Biraz da televizyoncu yönünüzden bahsedelim. Uzun yıllar televizyon programı yaptınız. Bu bağlamda şu anda Türkiye’deki kültür-sanat programlarını yeterli buluyor musunuz?
Türkiye’deki kültür-sanat programlarını değil; şu anda, ben televizyonda program yaptığım zamanlarda da yeterli bulmuyordum. Benden önceki zamanlarda da çokça yeterli değildi. Türkiye’nin özellikle 90’lardan itibaren popüler kültür adı altında popülist bir kültüre yenik düşürüldüğü yıllardan beri aslında bu yetersizlik vardı. Yoksa Türkiye yayıncılığının genel tarihine baktığınız zaman bu genel tarihin içinde biraz daha derin bir süreç yaşadığımız günler oldu.
Hangi günler?
Örneğin 70’lerin İsmail Cem genel müdürlüğündeki TRT yıllarında mesela. Ya da Abdi İpekçi’nin genel yayın yönetmenliği dönemindeki bir gazetecilik döneminde, düşünsenize Milliyet Sanat Dergisi’ni çıkarttı o kadro. Elbette yazılı basında, görsel basında, çok daha değerli işlerin yapıldığı yıllar oldu ama 90’lardan, 2000’lerden ve benim de bu işin üretimini yaptığım yıllarda kültür-sanat haberciliği daha çok popülermiş gibi gösterilerek; zamanla popülistin, zamanla genel geçerin, zamanla aynı sözün tekrar edildiği bir coğrafyaya yenik bırakıldı. Bugüne baktığımızda kültür-sanat yayıncılığını, sadece televizyonlar açısından da, dergicilik açısından da yeterli bulmuyorum. Bu, benim kişisel yorumumdur. Ben zaten ne kadar yapılırsa yapılsın, yeterli bulunmayacak kadar kültürün ve sanatın, hem toplumsal algıya hem birbirimizi anlama yeteneğine katkı sağlayacak çok önemli bir alan olduğunu düşünüyorum. İnsanın insanlığını sorgulayabileceğini, insanın kendini insan gibi hissedebildiği en önemli alan olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bana hiçbir zaman yeterli gelmeyecektir. Ama bugün açıkçası şuna inanıyorum; değil bana, herhangi bir üniversite öğrencisine, bir iş insanına, ev kadınına veya esnafa bile yeterli geldiğini sanmıyorum. Kültür-sanat dediğimizde eğer algılanan veya algılatılmak istenen şey sadece elitist bir şeyse, o zaman zaten yeterli mi değil mi tartışmasını yapmam. Ama kültür ama sanat üretimleri sadece elitin tekelinde değildir. Kültür-sanat bütün coğrafyaya yayılır. Bütün coğrafyanın kültürel dinamikleri, sanatsal üretimleri vardır. Bütün coğrafyanın yaşayanlarının bunlardan eşit derecede haberdar olması, heyecanlanması, gurur duyması, merak etmesi gerekir. Dolayısıyla kültür-sanatı sadece elitin elinde görmek ya da göstermek büyük bir hata. Elitin tekelinde bir şey olarak gösterip bunu halkın uzağında bir şey olarak gösterdiğiniz zaman ve halk bunu istemiyor cümlelerini kurduğunuz zaman, kültür ve sanatı kucaklayıcı bir şekilde tüketmek isteyenlerin arasında da ötekileştirme yaratmaya başlıyorsunuz. Bu ne yazık ki yerleştirilmeye çalışılan bir algı bence. ‘Halk bunu istemiyor’, dolayısıyla bunlar reyting yapmıyor, dolayısıyla biz de mecbur kalıyoruz bunlardan uzak durup şunları yapmaya. Bu genel olarak bir kültürsüzleştirme, kültür-sanatı sadece bir kesime ait gösterme, bir vasat kültür ortamı yaratma politikalarının sonucudur. Dolayısıyla bu benim kabul ettiğim bir şey değil.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÖLÜMÜNÜN 14. YILINDA AHMET KAYA'NIN FEVKALE ONURLU VE HAZİN ÖYKÜSÜ - OLMASAYDI SONUMUZ BÖYLE !

HABER: TÜLAY ESEN “B ilimle anla beni felsefeyle anla, tarihle anla ve öyle yargıla.” demişti Ahmet Kaya 1988 yılında çıkarttığı ‘Başkaldırıyorum’ albümünde. Ve yıl 2014; Ahmet Kaya’nın tarihin unutulmaz kahramanlarının yattığı Pere Lachaise Mezarlığı’na gömülmesinin üstünden tam 14 yıl geçti. Günün konjonktürü onu tarihle anlamıştı artık. Ahmet Kaya’yı vatan haini ilan edenler, ona bir ödül gecesinde çatal-bıçak fırlatanlar, haberlerin üst başlığından kendisine küfür edenler bugün ondan özür diliyor, mezarına gidiyor ve başka bir dilden söylenecek bir şarkı ile ülkenin bölünmeyeceğini, aksine tüm halkların birbirine yaklaşacağını anlıyorlardı. Tarih 16 Kasım 2000… Sürgünde bir öfkeli adam. Aynı zamanda buruk ve kırgın… Öfkesinin keskinliği bu yüzden. Zamansız ve iç burkucu bir ölüm onunkisi. Hesapsız ve kitapsız bir gidiş. Ölümünden iki gün sonra kalabalıklar tabutunun başında yas tutuyor. Yer Paris Lachaise Mezarlığı, kızı Melisa ve eşi Gülten Kaya da orada. Gülten Kaya

YOLU AUTOBAN'DAN GEÇEN MİMARİ

RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN Sefer Çağlar ve Seyhan Özdemir 2003 yılında kurdukları    ‘Autoban’ adlı tasarım ofisi ile 12 yılı aşkın süredir yurt içinde ve yurt dışında kafe ve restoran tasarımları, konut, otel, perakende mağazaları, ofis, sinema salonu, öğrenci yurtları ve mobilya tasarımları gibi pek çok alanda çalışmalar yapmaya devam ediyor. 2012 yılında Ulus Savoy Projesi’nin sosyal alanlarını yapan Autoban ekibi havacılığa olan ilgileriyle bu sektörde de önemli    projelere imza attı. Atatürk Havalimanı CIP projesinden sonra son olarak “mikro mimari” yaklaşımı ile yaptıkları Bakü Haydar Aliyev Havaalanı iç mekan tasarımı ile 2014 yılı ‘Red Dot’ tasarım ödüllünün sahibi oldu. Yurt dışında yaptıkları işlerle kendinden söz ettiren başarılı ekip bu yıl, Londra’da dünya mutfağına kendine has yorumlar getiren ünlü restoran girişimcisi Alan Yau’ya ait iki restoranın tasarımını üstlendi. Sefer Çağlar, Seyhan Özdemir ve Efe Aydar ortaklığı ile ilerleyen 35 kişilik Autoban ekibi s

USTALARIN GÖZDESİ: METE HOROZOĞLU

Hepimiz onu Nefes filminde ‘ uyursan ölürsün’ repliği ile ölümsüzleşen komutan karakteri ile tanıdık. Ardından, Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde oynadığı Soner karakteriyle bizden biriymiş gibi benimsedik. Mete Horozoğlu’nun oyunculuktaki başarısı sadece oynadığı rollerin keskin hatlara sahip olmasından kaynaklanmıyor. Oyuncu, aşağıdaki söyleşide detaylarını okuyacağınız gibi, oynadığı karakterleri içten dışa doğru bir yönelimle analiz ediyor, karakterin kriz anında nasıl davranabileceğini yorumluyor, üstüne giydiği karakteri gittiği her yere götürerek yol ayrımında nasıl kararlar verebileceğini düşünüyor ve objektif karşısına adeta, o karakter geçecekmiş gibi onu kendisine mal ediyor. Kayıp dizisinin ekranlara veda etmesiyle usta isimlerden gelen başrol tekliflerini değerlendiren başarılı oyuncuya hem başarısının sırrını hem de Türk dizi ve sinema sektörünü sorduk. RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN "TAXİ DRIVER FİLMİNDE, DE NIRO'NUN, ÖYLE BİR TAKSİCİ ÖYLE BİR DÜNYAD