Ana içeriğe atla

USTALARIN GÖZDESİ: METE HOROZOĞLU


Hepimiz onu Nefes filminde uyursan ölürsün’ repliği ile ölümsüzleşen komutan karakteri ile tanıdık. Ardından, Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde oynadığı Soner karakteriyle bizden biriymiş gibi benimsedik. Mete Horozoğlu’nun oyunculuktaki başarısı sadece oynadığı rollerin keskin hatlara sahip olmasından kaynaklanmıyor. Oyuncu, aşağıdaki söyleşide detaylarını okuyacağınız gibi, oynadığı karakterleri içten dışa doğru bir yönelimle analiz ediyor, karakterin kriz anında nasıl davranabileceğini yorumluyor, üstüne giydiği karakteri gittiği her yere götürerek yol ayrımında nasıl kararlar verebileceğini düşünüyor ve objektif karşısına adeta, o karakter geçecekmiş gibi onu kendisine mal ediyor. Kayıp dizisinin ekranlara veda etmesiyle usta isimlerden gelen başrol tekliflerini değerlendiren başarılı oyuncuya hem başarısının sırrını hem de Türk dizi ve sinema sektörünü sorduk.



RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN



"TAXİ DRIVER FİLMİNDE, DE NIRO'NUN, ÖYLE BİR TAKSİCİ ÖYLE BİR DÜNYADA YAŞADIĞI İÇİN ÖYLE DAVRANDIĞINI DÜŞÜNMÜYORUM, ÖYLE BİR DÜNYADA ÖYLE DAVRANDIĞI İÇİN ÖYLE BİR TAKSİCİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM."


Oynadığınız karakterleri canlandırabilmek için neler yaparsınız? Mesela Taxi Driver filmi için Robert DeNiro’nun kısa bir süre taksicilik yaptığı hep söylenir. Sizin böyle bir deneyiminiz oldu mu?
Bu tür tartışmalar işin tekniğiyle ilgili dolayısıyla da tartışmayı bu şekilde yürütmek lazım. Amerika’daki aktörler Amerikan sinemasını romantik dönemden çıkarıp gerçekçi oyunculuğa döndürdü. Başka bir deyimle, Stanislavski oyunculuğunu kamera oyunculuğuna dönüştürerek temel eğilimi değiştirdiler. Birçok hikâye duyuyoruz bununla ilgili. Hücrede yaşayan adamı canlandıracak olan, hücreye kapatıyor kendini, adada yalnız kalması gerekiyorsa bir süre yalnız kalıyor. Bunlar fiziksel, dış etkenler. Yani oyuncu, bir taksi şoförünün nelere maruz kalacağı, ne gibi olaylarla karşılaşacağı gibi bir takım dış etkenlere göre hazırlıyor kendisini. Bu, biraz dıştan içe doğru diye adlandırdığımız bir oyunculuk tarzıdır. Uzun zamandır uygulanan bir sistem ve başarılı birçok örnekleri var.



Oyunculuk tarzı bakımından Türkiye’de durum nasıl?
Bizde oyunculuk biraz daha farklı diye düşünüyorum. Deminki tarzın aksine,  içten dışa yönelim diyebileceğimiz bir tarz var.  Ben de yüksek lisans eğitimimden sonra bu tarzı uygulamaya çalıştım. Bu, benim bulduğum bir şey, kendi başıma yaptığım bir şey değil, hocalarımın yönlendirmesiyle vardığımız bir nokta. Bir başlangıç noktası. Hala da bu oyunculuk çalışmasına devam ediyorum. İçsel bir macerayla başlıyor bu süreç. Karakterin, kriz noktasında davranış biçimini belirleyecek duyguyu bulmakla başlıyor mesele. Bir insanın o duyguya nasıl geldiği, nasıl bir kırılma noktasıyla, nasıl bir dış etkenle karar noktasına geldiği önemli. Bir insan belli bir şekilde yaşamaya karar verir. Öyle yaşar, sonra önüne, kimine daha az kimine daha çok sıklıkla, yol ayrımları gelir. O yol ayrımlarında, karar verdiğin insanın ta kendisi olursun sen. Oynama anı, bu macerayı karaktere yaşatmak gibi bir şey. Daha içine girmek o adamın. Daha o adamın nasıl davranabileceğini düşünmekle olabiliyor. Ben yapabiliyorum diye söylemiyorum. Yani teorik olarak böyle. Bu çalışmanın sonucunda dış şeklin de öyle yaşayabilecek, öyle davranacak bir adama benziyor.


Biraz önce bahsettiğiniz, Amerika’daki aktörlerin yaptığının tam tersi yani…
Aslına bakarsanız, Taxi driver filminde, De Niro’nun, öyle bir taksici öyle bir dünyada yaşadığı için öyle davrandığını düşünmüyorum, öyle bir dünyada öyle davrandığı için öyle bir taksici olduğunu düşünüyorum. O şartlar mı onu o hale getirdi, yoksa o mu şartları o hale getirdi diye düşünmek lazım. Dış görünüşe yüklendiğin zaman, yani saça sakala, zayıflamaya, giyinişe yüklendiğin zaman, kafanda bir fotoğraf oluşuyor ve hep o fotoğrafı düşünmek zorunda kalırmışsın gibi geliyor ve asıl noktayı kaçıyorsun. Asıl nokta duygu. O duyguyu nasıl ifade edecek bu adam, o duyguyu nasıl yaşıyor bu adam, o kararı nasıl verecek, o kararı verirken nasıl gözü seğirecek, göz seğirmesi kendiliğinden mi gelecek? Bu durum benim nefes filminde çok daha net karşıma çıktı. Hep nefes filminde ki oyunculuğum üstüne konuşuyorum çünkü daha sonraki çalışmalarım hep daha hızlı çalışmak zorunda kaldığım işler oldu.


Nefes’te bahsettiğiniz oyunculuk tarzını gerçekleştirebildiniz mi?
Orada 1,5 2 ay acemi eğitimi aldık. Sonra profesyonel asker eğitimi aldık. Sonra da çantalarımızı, tüfeklerimizi alıp dağa çıktık. Dağda yürüdük, orada konakladık, orada yedik içtik. Bir süre sonra orada yaşamaya başladık. Yani taksici rolünü oynamak için taksicilik yapılmasında olduğu gibi. Zaten bir süre sonra herkes oynayacağı karakterin durumuna girdi. Bana da bir süre sonra arkadaşlar komutanım, yüzbaşım demeye başladılar. Hala da o etki devam ediyor. Bir yerde karşılaştığımızda hala komutanım, yüzbaşım diyorlar. Orada hem dışarıdan o hale dönüştük hem de içerden o insanların ruh halini göstermek için bunları yaşadık. İkisi bir araya gelince çok iyi bir oyuncu leveli yakalandı filmde. Sadece kendi adıma konuşmuyorum. Hiç oyunculuk yapmamış, tiyatroda amatör olarak çalışan oyuncu arkadaşlar da vardı. Hepsinin oyunculuğu gerçekti. Zaten benim ulaşmaya çalıştığım mesele bu. Gerçek adamı bulmaya çalışıyorum oynarken. Seyircinin ondan etkilendiğini düşünüyorum. Gerçek adamı gösterirken filmin gerçek amacı ve duygusu neyse onu göstermeli. Diğer türlü biz seyirci olarak, başlıyoruz o oyuncunun kostümüne, makyajına bakmaya, ve bir takım ayrıntılara takılıyoruz. Bir filmi izlerken adam nasıl oynamış diye düşünürken filmin beni içine almadığını görüyorum. Gerçekten görevini yerine getirseydi ben aktörün nasıl oynadığına bakmayıp o karakterin ne dertler yaşadığına bakmaya başlardım diye düşünüyorum. 


Söylediklerinizin ışığında, size teklif edilen bir rolü kabul ederken nelere dikkat ediyorsunuz?
Mesela teklif edilen çok güzel bir karakterdir çok oynamak isteyeceğim bir karakterdir ama hikâyede bir çıkmaz vardır ve ben onu gözümde canlandıramıyorumdur. Halbuki atmosferin benim gözümde canlanması lazım. Atmosfer içinde karakteri görmem lazım ve kendimi orada istiyor olmam lazım. O yüzden biraz hikâye odaklı gidiyorum ben. Çok iyi bir komedi hikâyesinde de aynı zevkle oynarım, çok iyi bir dramda da. Şu tarz, bu tarz adamları oynamaktan daha çok hoşlanıyorum diyemiyorum. Benden uzak olan adamları oynamayı daha çok seviyorum mesela. Mete’ye yakın oldukça, canlandırmakta, o tipe bürünmekte zorlanıyorum.


Öyle bir Geçer Zaman Ki dizisinde oynadığınız Soner karakteri ile insanların hafızasında yer aldınız. Halk arasında size Mete Horozoğlu yerine Soner dediklerini biliyoruz. O karaktere siz de çok kaptırdınız mı kendinizi?
Yok, oynadığım karakterin durumuna çok sokmamaya çalışıyorum Mete’yi. Diğer türlü ruhsal hastalıklara, davranış bozukluklarına yol açar diye düşünüyorum. Daha çok insanın kafasında Soner olarak kalmış olmamın sebebini, o dizinin daha çok izlenmesinden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Ama dediğiniz tehlike yani kendini oynadığın kişiye kaptırabilme olasılığı da hiç de az değil. Biraz da biraz önce konuştuğumuz, karakteri oynama ya da karakteri yaşama tarzı farklılığından da oluşabiliyor bu. Bütün dünya da bu mesele böyle. Mesela şöyle örnek vereyim Daniel Day Lewis’in tipini tarif edemezsin bana. Robert De Niro’yu çok kolay tarif edersin, Al Pacino’yu çok kolay tarif edersin. Dustin Hoffman’ı tarif edebilir misin? Edemeyebilirsiniz.  Onların da oyunculuk tarzı biraz bizim gibi, içten dışarı yöneliyorlar. Çünkü o adamlar kendi fiziksel yapılarını ve kimliklerini sahneye taşımıyorlar. Biz de, özellikle de dizi film çekerken bu durumu tutturmak çok zor. Çünkü bu şizofrenik bir durum. Mete’yi bırakıp Soner gibi yaşamam lazım ama mümkün değil çünkü Soner 3 ay sürüp biten bir iş değil ki. 3 sezon sürmüş bir iş. 3 yıl Soner gibi yaşarsam ciddi bir arızalı duruma geçmiş olurum. Eşim, çocuğum, annem Mete’yi özlerler. Daniel Day Lewis de bu yüzden 3-4 senede bir film yapabiliyor. Her film sonrası uzun süre rehabilitasyon gördüğünü röportajlarında kendisi söylüyor. Bizim bunu daha kolaylaştırmamız gerekiyor bu topraklarda. Aslında yaşamın içinde biz çok aşinayız bu duruma. Bizde diğerini dert etme çabası yani diğergamlık dediğimiz şey zaten çok fazla. Bu yol bize daha kolay. Eğer başarılı olabilirsek çok daha başarılı bir level yakalayabiliriz. Gerçekten Soner sanabilirler beni. Mesela,  gerçekten Nefes’teki komutan zannettiler beni. Filmi beraber izlediğimiz üst düzey askerlerden benim askeri eğitim almış, kendi davranış biçimlerini çok iyi bilen eski bir asker olduğumu düşünenler oldu. 


Özellikle askerleri motive ettiğiniz sahne çok konuşuldu, o sahnenizde neler hissettiniz?
Oyunculuk manasında benim hayatımdaki en önemli anlardan biriydi o. Planlanmış bir sahne değildi. Başka bir sahne çekmek üzere dağa çıkmıştık ama çekemedik. Sonra boşuna çıkmış olmayalım diye düşündük ve acaba askerlerin spor yapmasını mı çeksek diye konuştuk. Yönetmenimiz içtima sahnesi çekmek istedi.  Karakola girdiğimiz sahne 6 ay önce çekilmiş. O zamanlar uyurken yakaladığımız bir çocuk var. Disiplin koğuşu dediğimiz yerde olması lazım. O sırada onu da mı aradan çıkartmış oluruz diye bir anda gelişti sahne. O arada onlar sahneyi kurarken biz de senaristimizle elimizdeki kâğıt peçetelerin üstünde sahneyi kısaca belirledik. Çok da acayip bir hava oldu o esnada. Sis vardı ama sanki hem çökmüş de hem çökmemiş gibi enteresan bir havaydı. Oynarken ki yaşadığım o anı anlatsam deli dersiniz o yüzden çok da anlatamıyorum. Bir süre sonra o yüzbaşını Mete olarak da gördüm. O içtima sahnesinde yazılı bir metin yoktu elimde ama ne desem oluyordu. Çünkü o sırada yüzbaşı olarak konuşuyordum. Yüzbaşı ne söyleyebilirse onu söylüyordum. Nasıl davranabilirse öyle davranıyordum. Yanlış bir şey söyleme olasılığım yoktu. O sahne de öyle ortaya çıktı. Baştan sona 3 kere çektik ve bitti. Sonra tekrar çekeriz biz bu sahneyi dedik fakat hava bir daha hiç öyle olmadı ve biz o sahneyi bir daha çekemedik. İyi ki de çekemedik yoksa suni olacaktı. Bütün sahneler doğal tepkilerle ortaya çıkıyordu. Sen de bir saatten sonra izleyici konumuna düşüyorsun. Bir karakter var ortada ama seninle de alakası yok aslında. Aslında Mete’ye sorsalar dağılın çocuğum derim. Kaçalım buradan derim ne işimiz var burada derim. (gülüyor). Ama bir tane yüz başı var yağdırıyor ve herkesi etkiliyor. Bunun hazzını anlatmama imkân yok.


İsterseniz Türk sinemasından biraz çıkalım,  dünya sinemasında izlemeyi sevdiğiniz bir tür var mı? Ya da ben bu filmde oynamak çok isterdim dediğiniz bir film var mı?
Star Wars’ta oynamayı çok isterdim. O yüzden EwanMcGregor en kıskandığım oyunculardan birisi. O Obi-Wan Kenobi, nasıl kıskanmayayım. MoulinRouge’da da o oynadı, Star Wars’da da oynadı, Transpoting’de de oynadı ve en sevdiğim filmlerden biri olan Big Fish de de o oynadı. Çok başarılı bir aktör gerçekten. Zaten başarılı olmayınca iş yapabilme olasılığın yok o sistemde. ‘Bu bizim çocuk’ ‘şunu ön plana çıkaralım’ gibi şeyler tabi dönüyordur onların kulislerinde de ama başarılı olmayan zaten o kulise bile giremiyor ki. Mesela Catherine Zeta Jones model mi, manken mi, oyuncu mu dersin ama Chicago diye bir müzikal oynar, hem de nasıl oynar. Ben yapamam mesela. Şimdi ben mi donanımlı oyuncuyum hanımefendi mi? Belli ki benden kat kat donanımlı. Ama  Catherine Zeta Jones’a o koşullar içerisinde ancak ortalama bir oyuncu diyoruz. Çok çalışıyorlar. Çok güzel işler oluyor. O yüzden de çok büyük bir sektör olabilmiş Amerikan sineması. 


Zeki Demirkubuz ve Semih Kaplanoğlu’ndan başrol teklifi aldığınızı duyduk. Dünya çapında tanınan iki sinemacının sizinle çalışmak istemesi için ne yaptınız?
Valla ben bir şey yapmadım. (gülüyor) Ben sadece işimi iyi yapmak istiyorum. Bu işe başlarken iş çok hoşuma gitti. Ankara Devlet Tiyatrosunun içerisine girip o atmosferi görünce çok hoşuma gitti. Ne güzel ya bunu yaparak yaşanabiliyor mu dedim. Çünkü o güne kadar binlerce iş yaptım ve hepsi zor işlerdi, ama tiyatro gibi zevkli bir işi yaparak her şeyine katlanabilirsin diye düşündüm. Okulu var dediler eğitim aldım sonuçta da meslek olarak yapıyorum. Sadece işin iyi yapılması yetmiyormuş gibi gösteriliyor insanlara. Sosyal ilişkilerini de iyi kurman gerekiyormuş gibi geliyor. O konuda da çok başarılı olduğumu düşünmüyorum. Her yere gidebilen, her ortama girebilen bir insan değilim. Yakın çevrem dışında tabi. O yüzden işimi iyi yaparsam “bu rolü oynasa oynasa Mete oynar” diye düşündürebilirsem benimle çalışmak isterler diye düşündüm baştan beri. Bütün stratejimi de buna göre belirledim. Sağ olsun Zeki Abi de Semih Abi’de öyle düşünmüşler sanırım. Ama kesin film çekeceğiz diye bir şey yok. Konuşuyoruz daha, fikir alışverişi yapıyoruz. 



"TABİ Kİ İNGİLİZ SHEAKSPEARE, FRANSIZ MOLİERE, RUS ÇEHOV OLMALI AMA ONLARDAN SONRA DA TÜRKLERLE DE İLGİLİ BİR DERDİMİZ OLMALIYDI. KOCAMUSTAFAPAŞA’DA TİYATRO YAPTIĞIM DÖNEMDE TİYATRONUN EN ÇOK İZLENEN OYUNU BEKÇİ MURTAZA’YDI. DİĞER OYUNLARIN SEYİRCİSİ HEP DAHA AZ KİŞİ OLUYORDU. NEDEN? ORADA BİRAZ DURUP DÜŞÜNMEK LAZIM."


Usta yönetmenlerden bahsetmişken, yönetmen ve oyuncu buluşmasındaki altın oran sizce nedir?
Bir adam rüya görür bir hayali olur. Bu tiyatro da olur, sinema da olur, roman da olur. Tiyatro ve sinema için yazan kişi kendi rüyasını kaleme alır ve bunu bir realizatöre anlatır. O da kendi dünyasındaki görsellerle kafasında canlandırır ve ben bu işi yaparım der. Artık yazardan çıkar mesele. Sonra yazar yırtınır. Orası böyle değil burası böyle diye ama yönetmen artık karışma arkadaş der ben bir rüya gördüm bunu gerçekleştirmek istiyorum. Sonra sanat yönetmenine anlatır. Sanat yönetmeni orada ayrı bir sanat işçiliği yapar. Sonra onun gerçekleşmesi gerekir. O da aktörle ve aktrisle olur. Yönetmen gelir şizofreniye yakın bir takım zihinlere yani oyunculara o rüyayı anlatır. Sonra yönetmen ve oyuncu arasında bir macera başlar. Yani yönetmen ve oyuncu arasında altın oran yoktur. Varsa da altın değildir o. (gülüyor) Bir süre sonra yönetmenin hayal ettiği adamı ben daha çok hayal etmeye başlarım. O noktada ben başlarım yönetmene ve yazara bu adam bunu yapmaz demeye. 3 ay önce bu adamdan haberin yoktu şimdi onu yapmaz bunu yapmaz diyorsun. (gülüyor) Ama ben diyorum ki tuvalete giderken de bu adam benim yanımda eşimle konuşurken de çocuğumu severken de benim yanımda oluyor. Dolayısıyla 3 ay sonra ben o karakterin hâkimi oluyorum. Nereden geldi, şu anda ne yapıyor, nereye gidiyor dendiğinde karar verici ben oluyorum ama bu çok iyi bir takım çalışması. Bu yüzden hiç birinin volumünü daha düşüğe alamıyorum. Senarist çok iyi bir dünya yazacak, realizatör dediğimiz yönetmen onu kafasında çok iyi bir hale getirecek, aktör ve aktrist o rüyayı en az onlar kadar gerçek olarak görecek ve karakterin daha derinine inecek. Bir takım ürünler getirip onları şaşırtacak. Yazara “ Ya bu karakterin bunu söyleyebileceğini hiç düşünmezdim” dedirtebilecek, o zaman o iş tatlı bir iş birliğine doğru gider.

Peki siz film ortamında gerçekleşmek üzere bir hayal kursanız neyi anlatmak isterdiniz?
Memleketle ilgili bir şeyler anlatmak isterdim. Ben tiyatroya bir dönem ara verdim. Yabancı oyunlar oynayıp seyircinin gözünde karşılığını göremediğim karakterlerle, dertlerle sahnede olduğum bir dönem. Vazgeçtiğim dönem. O dönem Nefes filmi geldi. Memleketle ilgili işler yapmak istiyordum. Tabi ki İngiliz Sheakspeare, Fransız Moliere, Rus Çehovolmalı ama onlardan sonra da Türklerle de ilgili bir derdimiz olmalıydı. Tiyatro sahnemiz Kocamustafapaşa’daydı ve bizim en çok izlenen oyunumuz Bekçi Murtaza’ydı. Diğer oyunlarımızın seyircisi hep daha az oluyordu. Orada biraz durup düşünmek lazım. İnsanların sahnede kendisini görmesi lazım. Öyle bir Geçer Zaman Ki’nin başarısı buradan geliyordu. Kimisi orada annesini gördü, kimisi babasını gördü. O mahalle çok gerçekti. Mesela Devekuşu Kabere döneminde Tarlabaşı’na kadar bilet kuyruğunun olduğu bir tiyatrodan bahsediyoruz. Ses tiyatrosu da aynı şekilde. O dönemki tiyatrolar günün kendisini anlatıyor.  Cumhurbaşkanı hakkında da başbakan hakkında da bir şeyler söylüyor. Yanlış gelen bir şeyi esprili bir şekilde anlatıyor. Bu yüzden bir gün bir şey anlatmak istersem memleketle ilgili bir şeyler anlatmak istiyorum. Benim özel hayatım dışında en çok ilgimi sarf ettiğim meseleler, memleket meseleleri.

"30 YILDIR EN AZINDAN DOĞU’DA YAŞANAN EZİYETLERİ BİZ ORTA ANADOLU VE BATI OLARAK DUYMADIK, DUYMAZLIKTAN GELEBİLECEK KADAR HAFİF GÖRDÜK. OYSA ONLAR DERTLERİNİ ANLATABİLECEK PLATFORMLAR BULSALAR BİZ BUNLARLA HER GÜN KARŞILAŞSAK SORUNUN ÇÖZÜMÜ DAHA ÇABUK OLABİLİRDİ DİYE DÜŞÜNÜYORUM.”



Biraz da dizilerden konuşalım isterseniz.  En son oynadığınız Kayıp dizisi reyting kurbanı olarak final bölümüyle ekrana veda etti. Yurt dışında Kayıp dizisi segmentindeki diziler ortalama 40 dakika sürerken burada 90 dakika sürüyor. Bu durum sizce kaliteyi nasıl etkiliyor?
Biz şu an Türk televizyonlarında kaliteli işler izleyebiliyorsak çok iyi rejisörlerin, çok iyi oyuncuların, çok iyi senaristlerin olmasından kaynaklı. Yoksa hiçbir insan evladı bunu beceremez. Öyle Bir Geçer Zaman Ki setine yabancı bir reji ekibi bir proje için incelemeye gelmişlerdi. O sırada da Farah Zeynep Abdullah ile benim sahnem çekiliyordu. Tipik Soner, Aylin sahnesi. Soner dışarı bakar, ben netteyim, sonra Aylin gelir, o nete düşer, ben onun yanına gelirim, sonra ben çekip giderim, o kalır bu sefer. Altı kademeli net aşaması var neredeyse. Focus puller denilen görevli yapar bunu. 1-2 prova üçüncüde çektik, kayıt. Yönetmen tamam dedi. Yurt dışından gelen ekip kaç hafta prova yaptınız bu sahneyi çekmek için dedi. Focus Puller’ın 6 tane kademeli net atabilmesi imkânsız gibi geldi. Focus Puller olan Ahmet arkadaşımız o kadar profesyonelleşmiş ki bunu hemen yapabiliyor. Bunu yabancı bir insana anlatamıyorsunuz. Onlara göre bunun için 3 hafta prova yapmak lazım. Yurt dışında böyle gidiyor işler. E şimdi bizim yönetmenimiz, senaristimiz, oyuncumuz bu kadar kısa sürede bu kadar şey üretmeye alışmak zorunda kalıyor ve bunu kaliteli yapmaya çalışıyor. Bu hızdan dolayı kaliteli iş yapma olasılığımız çok düşük. İlk bölümlere müsamaha gösteriliyor. İlk bölüm 25 günde çekiliyor, ikinci bölüm 17 günde çekiliyor, üçüncü bölüm 10 günde çekiliyor. Dördüncü bölümde artık 5 günde çekmek zorundasın. O yüzden giderek düşen bir kalite görüyoruz. Öyle Bir Geçer Zaman ki de, birinci senesi efsane olan, ikinci senesinde “ne oluyor dizinin tadı değişti” denilen, üçüncü sene ise “bu dizi sıktı artık” denilen ve 7-8 reytinglerdeyken bıraktığımız bir iş oldu.

Son olarak, bu yıl sunuculuğunu sizin yapacağınız Los Angeles Türk Film Festivali için geri sayım başladı. Türk filmlerinin yurt dışındaki gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sinemanın sektör olduğunu yurt dışında özellikle Hollywood’da görüyorsun. Bizde ise sektör olabilmiş değil hala. Bir takım kurallar çerçevesinde iş yapılan, makine gibi işleyen bir sistem yok. Küçük bir kasabadaki el işçiliği yapan bakırcıları, dericileri düşünün. Bir de onların makineleşmiş halde üretildiği ülkeleri düşünün. Öyle bir fark var aramızda. Bunun türlü türlü sebepleri var. Bunun böyle olmaması için engellendiğini de düşünüyorum ben. Sanatın insanlar arasında iletişimin en doğal ve en sağlıklı hali olduğunu düşünürsek dediğim şey daha iyi anlaşılabilir.  Bizim memleketimizde bir bölgedeki adamın sorununun diğer bölgedeki adama dert olmamasının istendiğini gördüm. 30 yıldır en azından Doğu’da yaşanan eziyetleri biz Orta Anadolu ve Batı olarak duymadık, duymazlıktan gelebilecek kadar hafif gördük. Oysa onlar dertlerini anlatabilecek platformlar bulsalar biz bunlarla her gün karşılaşsak sorunun çözümü daha çabuk olabilirdi diye düşünüyorum. Ama enseyi karartmamak lazım. Her geçen yıl daha fazla film çekiyor ve yurt içinde daha fazla seyirciye ulaşıyoruz. Yurt dışı içinse, film sektörüne televizyon işleri bu konuda hiç beklenmedik bir şekilde öncülük yaptı. Televizyon dizileri yoluyla kültürel olarak çok yabancı olmadığımız eski Osmanlı sınırları dediğimiz bölgeye bir anda hikâyelerimizi pazarlamaya başladık. Bu da bizim sinema sektörümüzü direkt olarak etkilemeye başladı. Yurtdışında O dizileri izleyenler kısa sürede Türk Sinemasının da seyircisi  olacaklardır. Ama tabi çok başlardayız daha. Sinema ve televizyon işlerini küçük piyasa kurallarından çıkarıp büyük bir sektöre dönüştürmemiz lazım. Bunu da hep beraber yapmamız lazım. Bütün yapımcılar, kanallar, tüm emektarlar, üreticiler ve siyasi yetkililer bir araya gelmeli. Seneler önce Nefes filmiyle New York Film festivaline gitmiştim. Kültür Bakanlığı’nın buna çok yatırım yaptığını biliyorum. Los Angeles’e Türk Film Kültür Bakanlığı Ofisi kuruldu. Ama bunların sektörel anlamda bir değişiklik olduğunu düşünmüyorum. Çünkü içeriye baktığım zaman bizde bir değişiklik yok. Biz hala sürelerden bahsediyoruz, hala sinema seyirci sayısını, sinema salonları sayısını belirleyecek konjonktürlerden söz ediyoruz. Ama devlet kanunuyla netleşmiş bir çalışma sistematiğinden bahsedemiyoruz. Teknik ekip ne gibi koşullarda çalışır, yazarlar ne koşullarda çalışır, yapımcılar bunları ne koşullarda bir araya getirir? Ürünü sattıktan sonra nasıl paylaşım yapılır? Konusunda net bir şey yok. Yani bizim sektörde bir adam kolayca ortaya çıkıp insanları bir araya getirip 3-5 ay boşu boşuna emek sarf ettirip ortadan yok olabiliyor. İşin kötüsü yok olmayadabiliyor. Bambaşka bir iş yaparken de görebiliyorsunuz. Ya arkadaş bu kadar kolay mı dedirtiyor insana. Bu sektörün ışıkçısını, sesçisini al götür, bir yerde iş yapıyoruz diye, sonra paramız yetmedi çekemiyoruz, anlaşmamız olmadı yapamıyoruz de, ya da hiçbir şey söyleme git gibi sektöre yakışmayan acemilikler görüyoruz. O da şu anda sistemin çok basit olduğunu gösteriyor. O yüzden sektör olup da yurt dışında bir ivme kazandığını düşünmüyorum açıkçası. Yarın bir gün bir filmimiz Oscar kazanır o ayrı bir şey ama işleyen bir makine olarak bu seviyeye yaklaştığımızı düşünmüyorum. Ama böyle bir sektör olabileceğimizi biliyorum, umut ediyorum. 








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÖLÜMÜNÜN 14. YILINDA AHMET KAYA'NIN FEVKALE ONURLU VE HAZİN ÖYKÜSÜ - OLMASAYDI SONUMUZ BÖYLE !

HABER: TÜLAY ESEN “B ilimle anla beni felsefeyle anla, tarihle anla ve öyle yargıla.” demişti Ahmet Kaya 1988 yılında çıkarttığı ‘Başkaldırıyorum’ albümünde. Ve yıl 2014; Ahmet Kaya’nın tarihin unutulmaz kahramanlarının yattığı Pere Lachaise Mezarlığı’na gömülmesinin üstünden tam 14 yıl geçti. Günün konjonktürü onu tarihle anlamıştı artık. Ahmet Kaya’yı vatan haini ilan edenler, ona bir ödül gecesinde çatal-bıçak fırlatanlar, haberlerin üst başlığından kendisine küfür edenler bugün ondan özür diliyor, mezarına gidiyor ve başka bir dilden söylenecek bir şarkı ile ülkenin bölünmeyeceğini, aksine tüm halkların birbirine yaklaşacağını anlıyorlardı. Tarih 16 Kasım 2000… Sürgünde bir öfkeli adam. Aynı zamanda buruk ve kırgın… Öfkesinin keskinliği bu yüzden. Zamansız ve iç burkucu bir ölüm onunkisi. Hesapsız ve kitapsız bir gidiş. Ölümünden iki gün sonra kalabalıklar tabutunun başında yas tutuyor. Yer Paris Lachaise Mezarlığı, kızı Melisa ve eşi Gülten Kaya da orada. Gülten Kaya

YOLU AUTOBAN'DAN GEÇEN MİMARİ

RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN Sefer Çağlar ve Seyhan Özdemir 2003 yılında kurdukları    ‘Autoban’ adlı tasarım ofisi ile 12 yılı aşkın süredir yurt içinde ve yurt dışında kafe ve restoran tasarımları, konut, otel, perakende mağazaları, ofis, sinema salonu, öğrenci yurtları ve mobilya tasarımları gibi pek çok alanda çalışmalar yapmaya devam ediyor. 2012 yılında Ulus Savoy Projesi’nin sosyal alanlarını yapan Autoban ekibi havacılığa olan ilgileriyle bu sektörde de önemli    projelere imza attı. Atatürk Havalimanı CIP projesinden sonra son olarak “mikro mimari” yaklaşımı ile yaptıkları Bakü Haydar Aliyev Havaalanı iç mekan tasarımı ile 2014 yılı ‘Red Dot’ tasarım ödüllünün sahibi oldu. Yurt dışında yaptıkları işlerle kendinden söz ettiren başarılı ekip bu yıl, Londra’da dünya mutfağına kendine has yorumlar getiren ünlü restoran girişimcisi Alan Yau’ya ait iki restoranın tasarımını üstlendi. Sefer Çağlar, Seyhan Özdemir ve Efe Aydar ortaklığı ile ilerleyen 35 kişilik Autoban ekibi s

EVANTHIA REBOUTSIKA: MÜZİKLE ÖZGÜRLEŞİYORUM

RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN B azı insanların sanat yaşamı henüz kendileri doğmadan çiziliyor sanki. Sanatla içli-dışlı bir ailenin çocuğuysanız, sanatçı olmak kaderiniz oluyor ve belki en fazla hangi dalında devam edeceğinize dair tercihlerde siz müdahil olabiliyorsunuz. Serin bir kasım sabahı Yunanistan’ın cennet misali yarım adalarından Mora’nın Achaea şehrinde dünyaya gözlerini açan Evanthia Reboutsika, böylesi sanatçılardan. Çocukluk yıllarını erkek kardeşi Ploutarchos, kız kardeşleri Maria ve Ioanna ile beraber Yunanistan’ın 3. büyük şehri Patras’ta geçiren Reboutsika, doğuştan kaderi tayin edilen sanatçılardandır. Zira babası geçimlerini şehirdeki küçük sinema salonu olan Rex ile sağlıyordur ve annesi aynı salonda gişe memuresi ya da yer gösterici olarak eşine yardım ediyordur. Küçük Evanthia, her ne kadar daha konuşmayı dahi öğrenmeden filmlerle içli dışlı olduğu için aktrist olmak istese de, izlediği filmlerin müzikleri onu daha çok etkilemiştir. Ve müziğe büyük bir yatkınlığ