Ana içeriğe atla

AHMET ÜMİT İLE CİNAYETİN ANATOMİSİ

TARLABAŞI SOKAKLARINDA GENİZLERİ YAKAN BİR KÖMÜR KOKUSUNUN HAKİM OLDUĞU BİR MEVSİMDE İŞLENEN BİR CİNAYETİ YAZSA YAZSA KİM YAZABİLİR? SORUNUN CEVABI ELBETTE AHMET ÜMİT. AHMET ÜMİT, GERÇEKÇİ POLİSİYENİN TÜRKİYE'DEKİ ÖNEMLİ TEMSİLCİLERİNDEN BİRİSİ. YAZAR, ROMANLARINDA CİNAYETİ ANLATTIĞI KADAR HATTA ONDAN DAHA FAZLA CİNAYETİN TOPLUMSAL ANATOMİSİNİ ANLATIYOR. BEYOĞLU SOKAKLARI, BATAKHANELER, İYİ İNSANLAR, KÖTÜ İNSANLAR, NE İYİ NE DE KÖTÜ İNSANLAR, KATİLLER, SAFLAR, TİNERCİLER, İN, CİN HEPSİ ONUN POLİSİYELERİNDE BİR YER ALIYOR, BİR KAYBOLUYOR. BAŞKA BİR DEYİMLE O, AHMET MİDHAT EFENDİ'LER, PEYAMİ SAFHA'LAR, HALİT REFİK KARAY'LARIN DA YER ALDIĞI TÜRK POLİSİYE KERVANINDA CİNAYETİN AHMET ÜMİTCE'SİNİ ANLATIYOR. AHMET ÜMİT POLİSİYESİNDEN BAHSEDİP ONUN BAŞLICA KARAKTERİ OLAN AŞKOMİSER NEVZAT'TAN BAHSETMEMEK OLMAZ. O BAZEN BİR SİNİK GİBİ GÖZÜKEN AMA YERİ GELDİĞİNDE HAYATA KARŞI HERKESTEN DAHA ÇOK DUYARLI OLAN, HER NE OLURSA OLSUN İYİ BİR GÖZLEMCİ OLAN, TOPLUMU, SOKAĞI, İYİ ANALİZ EDEN BİRİSİ. BUNLAR TABİ OKUR OLARAK BİZİM YORUMLARIMIZ. BİZ ASIL KARAKTERİN MİMARININ YORUMLARINI MERAK ETTİK VE AHMET ÜMİT'E HEM BAŞKOMİSER NEVZATI HEM DE CİNAYETİN ANATOMİSİNİ SORDUK:


RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN


"KİM YAPTI SORUSUNUN PEŞİNDE KOŞAN HUKUKTUR, HUKUK VE POLİS, ADLİYE BU SORUNUN PEŞİNDE KOŞACAKTIR. POLİSİYE YAZARI BUNUNLA YETİNMEZ. BUNUNLA YETİNİRSE İNSAN RUHUNA GİREMEZ. POLİSİYE ROMAN YAZARI ŞUNU YAPAR: "NEDEN YAPTI" YANİ BİR İNSAN NEDEN ÖLDÜRÜR, NİYE CİNAYET İŞLERİZ, NEDEN HIRSIZLIK YAPARIZ?"



Polisiye edebiyat konusuna geçmeden önce, bu türün beslendiği en önemli kavram olan ‘Suç’ kavramını son zamanlarda neden bu kadar çok konuşur olduğumuzu bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Aslında sadece biz değil bütün dünya suçu konuşuyor. Suç dediğimiz şey insanoğlunun varoluş biçimidir ve bu yüzden de tabi ki suç çok konuşulacak. Başka bir deyimle nasıl ki, hayata dair; annelik, babalık, iş, eğitim, aşk, sevgi gibi çeşitli varoluş biçimlerimiz varsa işte suç da onlardan bir tanesi. Ama özel olarak bahsedecek olursak, bugün ülkemizde standartlar oturmadığı için, sistemin kendisi oturmadığı için çok fazla suç kavramına yöneliyoruz. Sistemin oturmaması da bizi çok fazla suç öğesi ile karşı karşıya getiriyor. Ama şu kesin, toplumda var olan şey şu; hem bir suç yaygınlığı var hem de bir ahlaki çürüme var. Bugün Türkiye’nin en önemli sorunu ne derseniz ben derim ki, Türkiye bir etik problemle karşı karşıya. İnsanlar bir ahlaki yozlaşma yaşıyor asıl mesele bu.

Genel olarak suç, bize göre suç ayrımı yaptınız suç suçtur niye diyemiyoruz?

Suç çok değişken bir şey. 20 yıl önce suç olan bir şey şu an suç değil ya da İran'da suç olan bir şey bizde suç değil, ya da bizde suç olan şey Amerika’da suç değil. Dolayısıyla suç olmadan toplumun var olması mümkün değil. Çünkü devleti yönetenler bir takım kurallar koruyorlar ve bu kuralların dışında kalanları suç sayıyorlar. Geçekten suç mu değil mi çok tartışmalı bu. Bu nedenle bazen birey özgürlüğü için zorlamalar yapıyor ve bu suç sayılabiliyor. Hakikaten topluma zarar veren eylemler de var; Öldürmek, çocuk tecavüzü, çalmak gibi. Diğer yandan da, hakimlere hükümet savcı suç işledi, polis suç işledi diyebiliyor yahut başkaları diyor ki başbakan suç işledi hırsızlık yaptı.

Devlet ve kurallar dediniz biz de bu bahaneyle yavaş yavaş polisiye konusuna geçebiliriz. Politik hayatta son zamanlarda polisiye yazarlığından ödünç alınan bir replik var “Kim yaptı”. Bir olay oluyor “kim yaptı” sorusu soruluyor. Bu ‘ödünç alma’ konusunda sizin fikriniz nedir?

Kim yaptı, bunun İngilizcesi ‘Who done it?’ yani ‘kim yaptı bunu?’ Kim yaptı meselesi önemli ama asıl önemlisi kimin yaptığı kadar neden bunu yaptığı. Kimin yaptığını bulmak çok önemli evet ama öte yandan neden bu hırsızlık yapıldı, neden bu cinayet işlendi bence polisiye yazarı bunun peşinde koşar. Kim yaptı sorusunun peşinde koşan hukuktur, Hukuk ve polis, adliye bu sorunun peşinde koşacaktır. Polisiye yazarı bununla yetinmez. Bununla yetinirse insan ruhuna giremez. Polisiye roman yazarı şunu yapar: “Neden yaptı” yani bir insan bir insanı neden öldürür, niye cinayet işleriz, neden hırsızlık yaparız?

Neden?

İşte buna cevap vermek için, tarihe girmek gerekir, insan psikolojisine girmek gerekir, sosyolojiye girmek gerekir. Bu noktada bu suçtan yola çıkarak gittiğimiz bu yolculuk bize insan ruhunu ortaya çıkartır. Yazarın işi de tam bu noktada başlar. Çünkü bizim işimiz insan ruhunu anlatmak, insan ruhundaki karmaşayı iyiyi ve kötüyü, yüce olanı, aşağı olanı, kahramanı, fedakârı, bayağıyı, bencili anlatmak. Ama, tekrar ediyorum, toplumda bu bir hukuk meselesi olarak ele alınabilir ve “katil kim” suçlu kim” sorularıyla, suçluyu bulma meselesi olarak ortaya çıkar. İşte burada polisiye romanın ya da edebiyatın ‘polisiye olana’ bakış açısını bilimden yani hukuktan, kriminolojiden ve kriminolojiden ayıran tam da budur. Burada yazar bunu bir sanat nesnesi olarak ele alacaktır ve bunu da psikolojiye girerek insanların kendi ruhlarıyla yüzleşmesini sağlayarak yapacaktır.


Son söylediklerinizi biraz daha açar mısınız? Bizim suçu konuşmamızla siz polisiye edebiyatçılarının suçu konuşması arasında ne fark var?

Şöyle bir fark var. Biz derken gazeteci olarak olaya bakıyorsanız siz ‘kim yaptı?’  ‘bu olayın arkasındaki gerçekler nelerdir?’, ‘bunu biri yaptı ama bunu azmettiren kim?’ gibi soruların cevabını almaya çalışırsınız. Ama ben bunu bir suç nesnesi olarak ele alacak ve insan ruhundaki etkileriyle ilgileneceğim. Benim için, suçun, cinayetin karakterler ve insanlar üzerinde ne gibi etkiler yarattığıyla ilgilenmek önemli. Mesela Münevver Karabulut cinayetinde, çocuk bu cinayeti neden işledi, işlerken o zavallı kızın hissettiği şey neydi? , ailesi nasıl bir tepki verdi? Toplum üzerinde bu cinayet nasıl bir travma yarattı? Beni ilgilendiren kısmı bu. Siz bunu okurken kendinizle karşılaşırsınız. Ben bu cinayeti yazarım ama siz okuduğunuz zaman siz kendinizi katilin yerine, kurbanın yerine, polisin yerine, bir hâkim varsa hâkimin yerine koyarsanız ve bu durumda ben, cinayetin toplum ve birey üzerindeki etkisini anlatmış olurum. Orada mesele benim için “katil kim’ ve ‘ katil haklı mıydı haksız mıydı’ ile ilgilenmek değildir artık. Benim için mesele şudur: İnsan olarak o cinayetin hepimize etkisi nedir? Ve niye öldürüyoruz? Dolayısıyla nedenden bağımsız olarak (cinayetin sebebi kıskançlık olabilir, öfke olabilir) bir insan diğer insanı neden öldürüyor sorusuna yanıt vermeye çalışırım.

Son polisiye romanınızda ‘Kentsel dönüşüm’ ‘Azınlıklar meselesi’ ‘Düşük hayatlar’ gibi toplumsal arka planlar var. Bu romanınızla ilgili suç-neden ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi’nde bugün var olanın köklerini araştırıyoruz. 6-7 Eylül olaylarında, varlık vergisinde, Tarlabaşı'nda yaşayan azınlıkları sürmeye kadar gidiyoruz. Yani bir cinayet varsa onu oluşturan koşullar var. Tarihsel nedenler var.  Töre cinayeti, çocuk gelin hikâyesi gibi. Çocuk gelin hikâyesini o ailenin cahilliğine bağlayamazsın, bu ülkenin cahilliğine bağlarsın. Bu ülkenin geleneğine bağlarsın, bu ülkenin ahlak anlayışına bağlarsın. Çünkü bu olayın nedeni bu. Kim kızının mutsuz olmasını ister? Ya da mesela, koca katil; karısını öldürmüş, bilmem baba katil. Sorun bitiyor mu? Bitmiyor. Bunların değişmesi lazım. O zaman edebiyatın etkisi burada ortaya çıkıyor. Edebiyat kültürünün değişmesi lazım. Edebiyatın politik etkisi budur aslında. Gündelik politikaya bir etki etmeyebilir. O yüzden beni toplumun bütün kesimleri okuyor. Çünkü o doğrudur, bu yanlıştır diye yazmıyorum. Bu romanda (Beyoğlu'nun En Güzel Abisi) tabi ‘Gezi’ ile ilgili biraz tavır aldım ama sonuçta ben Ak Parti iyidir, Ak Parti kötüdür, Chp iyidir, Chp kötüdür, Hdp iyidir demiyorum.


Hep toplumsal, gerçek olaylardan bahsediyorsunuz. Sizin için tamamen hayal gücüne dayalı polisiye bir dünya yok mu?

Bence yok. Polisiye roman hayatın içinde bir şey. Benim anlattığım her şey son derece gerçekçi. Bunu anlatıyorum evet ama öte yandan gerçek kişilikler de var. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'nde de etini satan insanları biz bulabiliriz, kumarbazları bulabiliriz. Ama birebir olmadı olaylar. Kader diye bir kız yazdım Kader öldürüldü. Orada da başka bir ‘Kader’ var. Öyle denk düşüyor ki. Neticede hayattan beslenen gerçekçi bir yazarım. Anlattığım şeyler kurmaca olsa bile gerçekçi. Örneğin, tarih, tarih kitaplarında yazılan mıdır, tarihçilerin anlattıkları mıdır yoksa hakikat midir? İster dünyada ister ülkemizde bütün tarihçiler bu soruyu sorarlar: Söylenen şeyler gerçek mi yoksa tarih yazarının ideolojisinin, tarih görüşünün, hayat görüşünün etkisinin altında yazılan bir kurmaca mıdır?


Neden polisiye edebiyatı tarih bilimiyle karşılaştırdınız? Bir tarihçinin tarihi soruşturması ile bir edebiyatçının olguları soruşturması arasında ne gibi bir benzerlik var?

İkisi de aynı şeyi arıyor aslında. Yöntemsel bir benzerlik var o da şu: Diyelim ki bir polisiye yazarı bir cinayet set up u kuruyor. Biri öldürülüyor ve bu katilin bulunmasını istemiyor. Bunun bulunması için bazı ipuçları lazım. Saç teli, ayak izi, parmak izi, kamera varsa oradan alınan görüntüler yahut varsa bir görgü tanığından yola çıkarak hakikate ulaşılmasını sağlayacak polisiye roman yazarı. Katilin kim olduğu, maktulün neden öldürüldüğü gibi hakikatlere. Tarihçi ne yapıyor? Gidiyor bir kazı yapıyorlar bir şey çıkartıyorlar. Tabletler çıkıyor, yazılar var. Çözmeye çalışıyorlar yazıyı. Demek ki bu şehir binlerce yıl önce kurulmuş. Bu şehirde bir kral varmış, ne olmuş? Dikkat edersen aynı şey, ikisi de hakikati arıyor. Biri katili bulmaya çalışıyor, diğeri uygarlığın peşinden koşuyor. Ama arada fark şu,  tarihçi bilinmezi arıyor, polisiye yazarı hayatı yansıtıyor. Hitit uzmanı bir kadın profesör bana şunu söylemişti ‘Ahmet Bey dedi ben 40 yıl mesleğimi yaptım, hayatımı arkeolojiye ve Hitit Uygarlığı'na adadım ama Hititli bir insan nasıl yaşar? Hititli bir kadın nasıl yaşar? Savaşta nasıl konuşur? Bunları Patasana’yı (Ahmet Ümit’in bir romanı) okuduktan sonra öğrendim. Benim burada yaptığım şey empati yaparak canlandırma. Olgunun yeniden hayat bulması. Aradaki fark bu. Yöntemlerimiz farklı. Onlar soyut kavramsal düşünüyorlar. Ben soyut imgesel düşünüyorum.

Soyut, imgesel demişken sizin gibi hiç cinayet işlememiş, cinayet işlemeyi düşünmeyen bir insan polisiye yazıyor. Polisiye yazarı ‘bilinci’nden bahseder misiniz?

Bu empatiyle ilgili bir şey. Sende yazabilirsin. Sarayı okursan sende sarayı yazabilirsin.

Herkes yapamıyor bunu ama.

İşte ben o yüzden romancıyım.

"SHEAKSPEARE HAMLET DÖNEMİNDE YAŞAMADI AMA HAMLETİ YAZDI. ÇÜNKÜ EMPATİ KURABİLİYOR. EMPATİ KURABİLDİĞİMİZ İÇİN YAZARIZ. MARSTA GEÇEN BİR ROMAN YAZABİLİRİM BÜTÜN MESELE EMPATİDE DÜĞÜMLENİYOR. BEN SEVİYORUM POLİSİYE YAZMAYI YOKSA SIKILIYORUM. SEN SIKILMIYOR MUSUN?"

Sorumda ısrarcı olmak istiyorum: İnsanlar aşık olur, aşkı yazar, konakta büyür konak hayatını yazar, mahallede büyür mahalle hayatını yazar. Cinayet işlemeyen birisi cinayeti hangi motivasyonlarla yazar?

Benim yanımda çok arkadaşım öldü, çok silahlı çatışma gördüm, bıçakla vuruldum. Ama bunlar olmasa dahi yazabilirsin. Agatha Cristine'in başına bunlar gelmedi. Sorun empati kurmak. Sheakspeare Hamlet döneminde yaşamadı ama Hamlet'i yazdı. Çünkü empati kurabiliyor. Empati kurabildiğimiz için yazarız. Marsta geçen bir roman yazabilirim bütün mesele empatide düğümleniyor. Yaratıcı diyorlar ya yazarlara. İşte yaratıcılık bundan kaynaklanıyor. Ben seviyorum polisiye yazmayı yoksa sıkılıyorum. Sen sıkılmıyor musun? Hayat çok sıkıcı ya! Şimdi sen gençsin heyecanların var. Aşk, meşk bunları önemli mevzular sanıyorsun ama bunlar geçici. Ben sıkılıyorum bu yüzden cinayet romanları yazıyorum.



Sıkıcılık dediniz de; Nevzat Başkomiseri okurken onun için hayatta her şeyin tekrar olduğunu görüyoruz. Bir tek şeye alışamıyor o da cinayet. İnsanlar da hep bunu konuşuyor. Cinayetin kendisini konuşturma sırrı nereden geliyor?

Bu suçtan kaynaklanıyor. Benim asla kabul edemeyeceğim şey sonuna kadar haklı bile olsa cinayeti onaylamıyorum ben. O yüzden idam cezasına karşıyım. Nevzat karakterini de ben yarattığım için o yüzden karşı çıkıyor. Şimdi şöyle düşünelim birini öldürdüğü zaman bir tarafta yaşam var bir tarafta ölüm var. Birini öldürdüğünüz de kim kazanıyor? Ölüm kazanıyor. İki taraf var yaşam ve ölüm. Öldüğü zaman kim kazanıyor, ölüm. Bir hayat bitiyor. Birini hayata kazandırdığınız zaman hayat kazanır. Bir adam üç kişiyi öldürmüş katil idam cezası veriliyor diyorsun ki “haklı adam”. Bir akşam insanlar evde yemeklerini yerken eve girmiş hayvan paralarını almaya kalkmış, onlar da vermemişler. Çekmiş üçünü de öldürmüş. Bu adam üç kişinin canını aldığına göre bu adam idam edilmeli deniyor. Makul mü? Makul görünüyor ama değil. Böylece biz zaten üç kişiyi kaybettik, bunu öldürdüğümüz zaman bir kişiyi daha kaybediyoruz. Ölüm kazanıyor. Oysa adama yaptığı şeyin korkunçluğunu anlatabilsek ve bu adam çıkıp herkese anlatabilse cinayet kötü bir şey. Böyle bir şey yapsak yaşam kazanmış olacak. O nedenle Nevzat'ta bütün bu olayları ve rutini bilmesine rağmen ölüm her seferinde onu ürpertiyor. Ölüm çünkü aynı zamanda bütün insanlık soyunun yok olması anlamına geliyor. Yani bugün bir insanı öldürüldüğü zaman bunu kanıksadığın zaman insanlığın yaşamının bitmesi anlamına geliyor. Bunu genişleterek aslında öteki canlıların yaşamı, doğanın yok edilmesi anlamına kadar uzatılabilir.


Suç dediğimiz zaman cinayet, hırsızlık gibi suçlardan bahsediyoruz. Toplumda böyle bir algı var. Siz İstanbul Hatırası kitabınızda bütün işlenen cinayetlerin yanında aslında insanlığın İstanbul'u yağmaladığını anlattığınızı görüyoruz. Biz neden toplum olarak diğer canlılara ve doğaya yapılan suçu daha az konuşuyoruz da insanın yaptığı ve insana karşı yapılan suçu daha çok konuşuyoruz?

Bunun tarihsel kökleri var. Bilime göre insan, yeryüzünün en akıllı en mükemmel varlığıdır. İslamiyet’te de eşref-i mahlûkat olarak geçiyor. Ama bazı durumlarda bu böyle olmuyor. Mesela en vahşi varlık diyelim ki
timsah ama hiç bir timsah kimyasal silah kullanmaz. Bir aslan mesela yırtıcı bir hayvan ama asla işkence yapmaz direk yiyip öldürür. Bundan zevk almaz yani. Biz işkenceyi toplu halde yapıyoruz. Din diyor ki yaratıldığı için en şerefli bilim diyor ki aklı olduğu için en şerefli. Ama biz bakıyoruz o akıl Hiroşima’ya bomba attı. 100 bin kişi öldü. O akıl bugün rengi, yaşam şekli farklı diye öteki insanı öldürüyor. Bir kere bunları oturtmak lazım. Şehir yapıyoruz doğayı katlediyoruz. Doğanın oluşumu milyarlarca yıl alıyor. Senin en eski şehrin İstanbul 8500 yıl. Sen bunu nasıl bozarsın? Eğer sen doğaya kötü davranırsan insana da kötü davranırsın. Neden? Yiyecek kalmayacak plastik yiyecekler artacak diğer canlıları öldüreceğiz. Giderek bu suç olmaya başlayacak. Çünkü oksijeni yok ediyorlar. İçme suyu kalmayacak. İnsanlar bunun yüzünden birbirlerini öldürmeye başlayacak. Gideceğimiz yer o. Bununla ilgili bir roman yazılabilir mi? Yazılabilir tabi.

Romanlarınızda hep Beyoğlu, Tarlabaşı gibi refah seviyesi düşük ve çok kültürlü semtleri ele alıyorsunuz. Toplumda da hep bu semtlerde suç oranı daha yüksek olur gibi bir algı var ama bir taraftan baktığımızda İsveç, Norveç gibi ülkelerde de suç oranı yüksek ve orada polisiyenin yükseldiğini görüyoruz. Bu durum bir paradigmanın değiştiği anlamına geliyor olabilir mi?


Los Angles ve Amerika'da suç oranını karşılaştırmışlar. Suç sayısı aynı ama nitelikleri farklı. Oradaki suçlar trafik hatası, araba kazası ya da hırsızlık gibi suçlar. Bizde ise suçlar; öldürmek, cana ve mala kastetmek, insan yaralamak gibi ağır suçlar. Burada kültür ortaya çıkıyor. Sadece yoksulluk değil, kültürel geriliğin olduğu yerlerdeki suçlar insan öldürme gibi büyük suçlar.  Suç bakımından kuzey ülkeleriyle biz kendimizi kıyaslayamayız. Orada suç oranı bize göre çok az. Orada polisiye yazılmasının nedeni ise çok sıkılıyor olmaları. Karanlık, gri şehirler ve bir hareket yok. Sıkıldıkları için polisiye yazıyorlar. Agatha Cristine de o yüzden polisiye yazdı. Yoksa İngiltere’de herkes birbirini zehirlemiyordu.


Siz de sıkıldığınızı söylemiştiniz?
Sanat ile sıkıntı arasında büyük bir ilgi vardır.


Yine bir başka çok yaygın bir kanıdan bahsedelim. Refah seviyesi yüksek ülkelerde daha kompleks ve ‘kaliteli’ suçlar işlenir diye bir algı var. Bu doğru mu?

Bu seri katil meselesinden çıkan bir şey. Böyle bir tanım var böyle bir teori var. Bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama insanlar çok yalnız ve yabancılaşıyor. Refah seviyesi yüksek, gelişmiş insanlar insan öldürüyor. Bu adamlar kendilerini ifade etmek için insan öldürüyor ve biz bunlara seri katil diyoruz. Para için öldürmüyor, çevre için öldürmüyor zevk için öldürüyor. Sadece zevk için de değil, ben nasıl roman yazıyorsam var olmak için o da var olmak için bunu yapıyor. Ben buradayım diyor. Bunu çok zeki bir şekilde yapıyor ve hasta bu adam, psikopat. Normal insan bunu yapmaz. Bunlarda empati duygusu kalmamış. Bıçağı sana sokuyorken sen acı çekiyorsun o bundan zevk alıyor yüz kasları bile değişmiyor. Bu psikopatlığın altında yalnızlık ve yabancılaşma var. Burada sevgilinden ayrılıyorsun Mehmet’le buluşuyorsun, derdini Mehmet’e anlatıyorsun. Ya da ekonomik sıkıntı olduğunda köyden bulgur geliyor. Burada öyle bir şey yok köyden bulgur gelmiyor adam yalnız ve bir travma yaşıyor. O yalnızlık içerisinde nefret ediyor içinde yaşadığı toplumdan. Dışarda bir çark dönüyor. İnsanlar dükkânlarını açıyor, okula gidiyor, çalışıyor. Çıldırıyor, yeter diyor beni fark edin. Onun için okul tarayanlar var. Kuzey ülkeleri korkunç. Kuzey ülkelerinde intihar oranı çok yüksek. İnsanlar kendilerini öldürüyorlar, başkalarını değil, çünkü mutsuzlar. Bizim ülkemiz ise çok renkli bir ülke ve çok canlı. Herkes bir amacın peşinde. Ev alacağım, araba alacağım diyor, çalıyor, çırpıyor. Olumlu bir şey mi bilmiyorum analizde bulunuyorum. Ama orada öyle değil.

Cinayet sonrasını da biraz konuşalım isterseniz. Mesela bizde mesela insanlar cinayetler işliyor sonra kahvede pişti oynarken yakalanıyor. Ya da ablasının evinde yakalanıyor. Bizdeki katiller niye saklanamıyorlar, mesela İstanbul'da saklanmak kolay değil mi?

Polis her zaman yakalar. Bak şimdi orada ne var? (Ahmet Ümit röportajın yapıldığı mekânın kamerasını gösteriyor) Kamera. Her yerde kamera var. Dolayısıyla isterse polis yakalar. Senin polise yakalanmaman için inanılmaz bir çaba göstermen lazım. Yani her şeyi tıpkı bir romanda olduğu gibi değerlendirmen lazım. Bunu iyi planlarsan yapabilirsin, bu mümkün, ama çok zor. Filmlere ve romanlara bakarak değerlendirmeyin. Gerçekçi polis dosyalarına bakmak lazım. Orada daha basit daha gerçekçi olaylar var. İstanbul'da yakalanmadan cinayet işleyebilirsin ama sonuçta bir yerden patlar ve çıkar.

Peki, suçun bu kadar anlık işlendiği ve polisin hemen suçluyu bulduğu bir ülkede polisiye evreninizi nasıl kuruyorsunuz?

Cinayetin ilginçliği beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren o cinayetin arka planında yer alan nedenler. Çok basit bir cinayeti de anlatabilirim ele alabilirim. O cinayet bana bu ülkenin tarihini, bu ülkenin sosyal psikolojisini, bu toplumda var olan çatışmaları yazma fırsatı veriyorsa benim için önemli olmaya başlıyor ama öteki türlü, mesela, üç genç çıktı bir gün, insanları öldüre öldüre Hatay'a kadar gitti, çarpıcı, ama benim için ilginç değil.

Kuzey ülkelerinde sıkıntıdan polisiyede bir yükseliş var dedik, bizim ülkemizde de sürekli suç işleniyor. Bu kadar suçun işlendiği bir ülkede haliyle insanlar polisiye dizilere, filmlere çok ilgi duyuyorlar. Arka Sokaklar gibi uzun yıllar sürmüş bir polisiye dizi gerçeği var. Bu ilgi neyin göstergesi?

Arka Sokak'lar dizisini ben kurdum. Arka Sokaklar bir polisiye değil polisin dizisi. Dizide polislerin başından geçen çok basit entrikalar konu ediliyor. Zaten karmaşık olsa Türk halkı izlemez. Mesela Dexter ve Breaking Bad gibi dizileri Türk halkı izlemez. Neden çünkü oturup bu katil, bu planlar içinde diye düşünmez. Bunun demokrasimizle doğrudan ilgisi var. Adam yolsuzluk yapmış, hırsızlık yapmış çalmamıştır diyor daha aklanmadan. Çalmaz o diyor. Çünkü bizim düşünme sistemimiz inanmak üzerine kurulu. Muhakeme, tartışma ve kuşku duyma üzerine kurulu değil. Polisiye aslında budur. Neden ilk polisiye 1841 yılında Fransa'da Edgar Allen Poe tarafından yazıldı. Bizde biraz sonra yazıldı. Neden orada yazıldı? Çünkü orada kırsaldan insanlar şehre gelmişler. Karmaşık cinayetler yaşanıyor ama bizim ülkemizin böyle bir şeye ihtiyacı yok. Arka Sokaklar fikri çıktığında ben daha karmaşık bir yapı kuralım dedim. Türker İnanoğlu halk izlemez bunu dedi. Ben bunu yapmayayım dedim. Kurdum, üç bölüm sonra da çekildim. Arka Sokaklar'da karmaşık hikâyeler yok tamamen yalın ve bu yüzden başarılı. Biz Karanlıkta Koşanlar diye bir dizi yaptık, Uğur Yücel ve Haluk Bilginer oynadı. Normalde reyting rekorları kırması gerek bu isimlerle. Fakat izlenmedi. Türk insanı karmaşık bir yapı çözmeden çekirdeğini çitleyip çayını içerek dizisini izlemek istiyor. Benim kitabımın ikinci baskısı 250.000. Avrupa'da olsa milyonlar satmıştı. İngiltere Agatha Christie ve Sheakspeare'den para kazanıyor. Bu gerçeği unutmayalım.


Kitaplarınızı yazarken tarihten besleniyorsunuz. Tarih dışında beslendiğiniz bir alan var mı?

Yazarken polislerle konuşurum, tarihçilerle konuşurum. Konuyla ilgisi olan insanlarla konuşurum. Mesela Bab-ı Esrar'ı yazarken tasavvufçularla konuştum. Ben yazarım çünkü bir tarihçi değilim. Ben tarihin ve olayların benim oluşturduğun karakterler üstündeki etkisini yazıyorum.

Başkomiser Nevzat'ın, Eski Türk Musikisi'nden ilham aldığınızı biliyoruz.

Başkomiser Nevzat karakteri alaturka bir karakter ve eski İstanbul'lu ve Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Safiye Ayla gibi sanatçıları dinliyor. Dolasıyla bu müzikler benim o döneme gidebilmem için bir araç oluyor.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÖLÜMÜNÜN 14. YILINDA AHMET KAYA'NIN FEVKALE ONURLU VE HAZİN ÖYKÜSÜ - OLMASAYDI SONUMUZ BÖYLE !

HABER: TÜLAY ESEN “B ilimle anla beni felsefeyle anla, tarihle anla ve öyle yargıla.” demişti Ahmet Kaya 1988 yılında çıkarttığı ‘Başkaldırıyorum’ albümünde. Ve yıl 2014; Ahmet Kaya’nın tarihin unutulmaz kahramanlarının yattığı Pere Lachaise Mezarlığı’na gömülmesinin üstünden tam 14 yıl geçti. Günün konjonktürü onu tarihle anlamıştı artık. Ahmet Kaya’yı vatan haini ilan edenler, ona bir ödül gecesinde çatal-bıçak fırlatanlar, haberlerin üst başlığından kendisine küfür edenler bugün ondan özür diliyor, mezarına gidiyor ve başka bir dilden söylenecek bir şarkı ile ülkenin bölünmeyeceğini, aksine tüm halkların birbirine yaklaşacağını anlıyorlardı. Tarih 16 Kasım 2000… Sürgünde bir öfkeli adam. Aynı zamanda buruk ve kırgın… Öfkesinin keskinliği bu yüzden. Zamansız ve iç burkucu bir ölüm onunkisi. Hesapsız ve kitapsız bir gidiş. Ölümünden iki gün sonra kalabalıklar tabutunun başında yas tutuyor. Yer Paris Lachaise Mezarlığı, kızı Melisa ve eşi Gülten Kaya da orada. Gülten Kaya

YOLU AUTOBAN'DAN GEÇEN MİMARİ

RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN Sefer Çağlar ve Seyhan Özdemir 2003 yılında kurdukları    ‘Autoban’ adlı tasarım ofisi ile 12 yılı aşkın süredir yurt içinde ve yurt dışında kafe ve restoran tasarımları, konut, otel, perakende mağazaları, ofis, sinema salonu, öğrenci yurtları ve mobilya tasarımları gibi pek çok alanda çalışmalar yapmaya devam ediyor. 2012 yılında Ulus Savoy Projesi’nin sosyal alanlarını yapan Autoban ekibi havacılığa olan ilgileriyle bu sektörde de önemli    projelere imza attı. Atatürk Havalimanı CIP projesinden sonra son olarak “mikro mimari” yaklaşımı ile yaptıkları Bakü Haydar Aliyev Havaalanı iç mekan tasarımı ile 2014 yılı ‘Red Dot’ tasarım ödüllünün sahibi oldu. Yurt dışında yaptıkları işlerle kendinden söz ettiren başarılı ekip bu yıl, Londra’da dünya mutfağına kendine has yorumlar getiren ünlü restoran girişimcisi Alan Yau’ya ait iki restoranın tasarımını üstlendi. Sefer Çağlar, Seyhan Özdemir ve Efe Aydar ortaklığı ile ilerleyen 35 kişilik Autoban ekibi s

EVANTHIA REBOUTSIKA: MÜZİKLE ÖZGÜRLEŞİYORUM

RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN B azı insanların sanat yaşamı henüz kendileri doğmadan çiziliyor sanki. Sanatla içli-dışlı bir ailenin çocuğuysanız, sanatçı olmak kaderiniz oluyor ve belki en fazla hangi dalında devam edeceğinize dair tercihlerde siz müdahil olabiliyorsunuz. Serin bir kasım sabahı Yunanistan’ın cennet misali yarım adalarından Mora’nın Achaea şehrinde dünyaya gözlerini açan Evanthia Reboutsika, böylesi sanatçılardan. Çocukluk yıllarını erkek kardeşi Ploutarchos, kız kardeşleri Maria ve Ioanna ile beraber Yunanistan’ın 3. büyük şehri Patras’ta geçiren Reboutsika, doğuştan kaderi tayin edilen sanatçılardandır. Zira babası geçimlerini şehirdeki küçük sinema salonu olan Rex ile sağlıyordur ve annesi aynı salonda gişe memuresi ya da yer gösterici olarak eşine yardım ediyordur. Küçük Evanthia, her ne kadar daha konuşmayı dahi öğrenmeden filmlerle içli dışlı olduğu için aktrist olmak istese de, izlediği filmlerin müzikleri onu daha çok etkilemiştir. Ve müziğe büyük bir yatkınlığ