TARLABAŞI SOKAKLARINDA GENİZLERİ YAKAN BİR KÖMÜR KOKUSUNUN HAKİM OLDUĞU BİR MEVSİMDE İŞLENEN BİR CİNAYETİ YAZSA YAZSA KİM YAZABİLİR? SORUNUN CEVABI ELBETTE AHMET ÜMİT. AHMET ÜMİT, GERÇEKÇİ POLİSİYENİN TÜRKİYE'DEKİ ÖNEMLİ TEMSİLCİLERİNDEN BİRİSİ. YAZAR, ROMANLARINDA CİNAYETİ ANLATTIĞI KADAR HATTA ONDAN DAHA FAZLA CİNAYETİN TOPLUMSAL ANATOMİSİNİ ANLATIYOR. BEYOĞLU SOKAKLARI, BATAKHANELER, İYİ İNSANLAR, KÖTÜ İNSANLAR, NE İYİ NE DE KÖTÜ İNSANLAR, KATİLLER, SAFLAR, TİNERCİLER, İN, CİN HEPSİ ONUN POLİSİYELERİNDE BİR YER ALIYOR, BİR KAYBOLUYOR. BAŞKA BİR DEYİMLE O, AHMET MİDHAT EFENDİ'LER, PEYAMİ SAFHA'LAR, HALİT REFİK KARAY'LARIN DA YER ALDIĞI TÜRK POLİSİYE KERVANINDA CİNAYETİN AHMET ÜMİTCE'SİNİ ANLATIYOR. AHMET ÜMİT POLİSİYESİNDEN BAHSEDİP ONUN BAŞLICA KARAKTERİ OLAN AŞKOMİSER NEVZAT'TAN BAHSETMEMEK OLMAZ. O BAZEN BİR SİNİK GİBİ GÖZÜKEN AMA YERİ GELDİĞİNDE HAYATA KARŞI HERKESTEN DAHA ÇOK DUYARLI OLAN, HER NE OLURSA OLSUN İYİ BİR GÖZLEMCİ OLAN, TOPLUMU, SOKAĞI, İYİ ANALİZ EDEN BİRİSİ. BUNLAR TABİ OKUR OLARAK BİZİM YORUMLARIMIZ. BİZ ASIL KARAKTERİN MİMARININ YORUMLARINI MERAK ETTİK VE AHMET ÜMİT'E HEM BAŞKOMİSER NEVZATI HEM DE CİNAYETİN ANATOMİSİNİ SORDUK:
RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN
"KİM YAPTI SORUSUNUN PEŞİNDE KOŞAN HUKUKTUR, HUKUK VE POLİS, ADLİYE BU SORUNUN PEŞİNDE KOŞACAKTIR. POLİSİYE YAZARI BUNUNLA YETİNMEZ. BUNUNLA YETİNİRSE İNSAN RUHUNA GİREMEZ. POLİSİYE ROMAN YAZARI ŞUNU YAPAR: "NEDEN YAPTI" YANİ BİR İNSAN NEDEN ÖLDÜRÜR, NİYE CİNAYET İŞLERİZ, NEDEN HIRSIZLIK YAPARIZ?"
RÖPORTAJ: TÜLAY ESEN
"KİM YAPTI SORUSUNUN PEŞİNDE KOŞAN HUKUKTUR, HUKUK VE POLİS, ADLİYE BU SORUNUN PEŞİNDE KOŞACAKTIR. POLİSİYE YAZARI BUNUNLA YETİNMEZ. BUNUNLA YETİNİRSE İNSAN RUHUNA GİREMEZ. POLİSİYE ROMAN YAZARI ŞUNU YAPAR: "NEDEN YAPTI" YANİ BİR İNSAN NEDEN ÖLDÜRÜR, NİYE CİNAYET İŞLERİZ, NEDEN HIRSIZLIK YAPARIZ?"
Polisiye edebiyat konusuna geçmeden önce, bu türün
beslendiği en önemli kavram olan ‘Suç’ kavramını son zamanlarda neden bu kadar
çok konuşur olduğumuzu bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Aslında sadece biz değil bütün dünya suçu konuşuyor. Suç
dediğimiz şey insanoğlunun varoluş biçimidir ve bu yüzden de tabi ki suç çok
konuşulacak. Başka bir deyimle nasıl ki, hayata dair; annelik, babalık, iş,
eğitim, aşk, sevgi gibi çeşitli varoluş biçimlerimiz varsa işte suç da onlardan
bir tanesi. Ama özel olarak bahsedecek olursak, bugün ülkemizde standartlar
oturmadığı için, sistemin kendisi oturmadığı için çok fazla suç kavramına
yöneliyoruz. Sistemin oturmaması da bizi çok fazla suç öğesi ile karşı karşıya
getiriyor. Ama şu kesin, toplumda var olan şey şu; hem bir suç yaygınlığı var
hem de bir ahlaki çürüme var. Bugün Türkiye’nin en önemli sorunu ne derseniz
ben derim ki, Türkiye bir etik problemle karşı karşıya. İnsanlar bir ahlaki
yozlaşma yaşıyor asıl mesele bu.
Genel olarak suç,
bize göre suç ayrımı yaptınız suç suçtur niye diyemiyoruz?
Suç çok değişken bir şey. 20 yıl önce suç olan bir şey şu an
suç değil ya da İran'da suç olan bir şey bizde suç değil, ya da bizde suç olan
şey Amerika’da suç değil. Dolayısıyla suç olmadan toplumun var olması mümkün
değil. Çünkü devleti yönetenler bir takım kurallar koruyorlar ve bu kuralların
dışında kalanları suç sayıyorlar. Geçekten suç mu değil mi çok tartışmalı bu. Bu
nedenle bazen birey özgürlüğü için zorlamalar yapıyor ve bu suç sayılabiliyor.
Hakikaten topluma zarar veren eylemler de var; Öldürmek, çocuk tecavüzü, çalmak
gibi. Diğer yandan da, hakimlere hükümet savcı suç işledi, polis suç işledi diyebiliyor yahut başkaları diyor ki başbakan suç işledi hırsızlık yaptı.
Devlet ve kurallar dediniz biz de bu bahaneyle yavaş
yavaş polisiye konusuna geçebiliriz. Politik hayatta son zamanlarda polisiye
yazarlığından ödünç alınan bir replik var “Kim yaptı”. Bir olay oluyor “kim
yaptı” sorusu soruluyor. Bu ‘ödünç alma’ konusunda sizin fikriniz nedir?
Kim yaptı, bunun İngilizcesi ‘Who done it?’ yani ‘kim yaptı
bunu?’ Kim yaptı meselesi önemli ama asıl önemlisi kimin yaptığı kadar neden
bunu yaptığı. Kimin yaptığını bulmak çok önemli evet ama öte yandan neden bu
hırsızlık yapıldı, neden bu cinayet işlendi bence polisiye yazarı bunun peşinde
koşar. Kim yaptı sorusunun peşinde koşan hukuktur, Hukuk ve polis, adliye bu
sorunun peşinde koşacaktır. Polisiye yazarı bununla yetinmez. Bununla yetinirse
insan ruhuna giremez. Polisiye roman yazarı şunu yapar: “Neden yaptı” yani bir
insan bir insanı neden öldürür, niye cinayet işleriz, neden hırsızlık yaparız?
Neden?
İşte buna cevap vermek için, tarihe girmek gerekir, insan
psikolojisine girmek gerekir, sosyolojiye girmek gerekir. Bu noktada bu suçtan
yola çıkarak gittiğimiz bu yolculuk bize insan ruhunu ortaya çıkartır. Yazarın
işi de tam bu noktada başlar. Çünkü bizim işimiz insan ruhunu anlatmak, insan
ruhundaki karmaşayı iyiyi ve kötüyü, yüce olanı, aşağı olanı, kahramanı, fedakârı,
bayağıyı, bencili anlatmak. Ama, tekrar ediyorum, toplumda bu bir hukuk
meselesi olarak ele alınabilir ve “katil kim” suçlu kim” sorularıyla, suçluyu
bulma meselesi olarak ortaya çıkar. İşte burada polisiye romanın ya da
edebiyatın ‘polisiye olana’ bakış açısını bilimden yani hukuktan, kriminolojiden
ve kriminolojiden ayıran tam da budur. Burada yazar bunu bir sanat nesnesi
olarak ele alacaktır ve bunu da psikolojiye girerek insanların kendi ruhlarıyla
yüzleşmesini sağlayarak yapacaktır.
Son söylediklerinizi
biraz daha açar mısınız? Bizim
suçu konuşmamızla siz polisiye edebiyatçılarının suçu konuşması arasında ne
fark var?
Şöyle bir fark var. Biz derken gazeteci olarak olaya
bakıyorsanız siz ‘kim yaptı?’ ‘bu
olayın arkasındaki gerçekler nelerdir?’, ‘bunu biri yaptı ama bunu
azmettiren kim?’ gibi soruların cevabını almaya çalışırsınız. Ama ben
bunu bir suç nesnesi olarak ele alacak ve insan ruhundaki etkileriyle
ilgileneceğim. Benim için, suçun, cinayetin karakterler ve insanlar üzerinde ne
gibi etkiler yarattığıyla ilgilenmek önemli. Mesela Münevver Karabulut
cinayetinde, çocuk bu cinayeti neden işledi, işlerken o zavallı kızın
hissettiği şey neydi? , ailesi
nasıl bir tepki verdi? Toplum
üzerinde bu cinayet nasıl bir travma yarattı? Beni ilgilendiren kısmı bu. Siz bunu okurken kendinizle
karşılaşırsınız. Ben bu cinayeti yazarım ama siz okuduğunuz zaman siz kendinizi
katilin yerine, kurbanın yerine, polisin yerine, bir hâkim varsa hâkimin yerine
koyarsanız ve bu durumda ben, cinayetin toplum ve birey üzerindeki etkisini
anlatmış olurum. Orada mesele benim için “katil kim’ ve ‘ katil haklı mıydı
haksız mıydı’ ile ilgilenmek değildir artık. Benim için mesele şudur: İnsan
olarak o cinayetin hepimize etkisi nedir?
Ve niye öldürüyoruz? Dolayısıyla nedenden bağımsız olarak (cinayetin sebebi
kıskançlık olabilir, öfke olabilir) bir insan diğer insanı neden öldürüyor
sorusuna yanıt vermeye çalışırım.
Son polisiye romanınızda ‘Kentsel dönüşüm’ ‘Azınlıklar
meselesi’ ‘Düşük hayatlar’ gibi toplumsal arka planlar var. Bu romanınızla
ilgili suç-neden ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Beyoğlu'nun En Güzel Abisi’nde bugün var olanın köklerini
araştırıyoruz. 6-7 Eylül olaylarında, varlık vergisinde, Tarlabaşı'nda yaşayan
azınlıkları sürmeye kadar gidiyoruz. Yani bir cinayet varsa onu oluşturan
koşullar var. Tarihsel nedenler var. Töre
cinayeti, çocuk gelin hikâyesi gibi. Çocuk gelin hikâyesini o ailenin
cahilliğine bağlayamazsın, bu ülkenin cahilliğine bağlarsın. Bu ülkenin
geleneğine bağlarsın, bu ülkenin ahlak anlayışına bağlarsın. Çünkü bu olayın
nedeni bu. Kim kızının mutsuz olmasını ister? Ya da mesela, koca katil;
karısını öldürmüş, bilmem baba katil. Sorun bitiyor mu? Bitmiyor. Bunların
değişmesi lazım. O zaman edebiyatın etkisi burada ortaya çıkıyor. Edebiyat
kültürünün değişmesi lazım. Edebiyatın politik etkisi budur aslında. Gündelik
politikaya bir etki etmeyebilir. O yüzden beni toplumun bütün kesimleri okuyor.
Çünkü o doğrudur, bu yanlıştır diye yazmıyorum. Bu romanda (Beyoğlu'nun En
Güzel Abisi) tabi ‘Gezi’ ile ilgili biraz tavır aldım ama sonuçta ben Ak Parti
iyidir, Ak Parti kötüdür, Chp iyidir, Chp kötüdür, Hdp iyidir demiyorum.
Hep toplumsal, gerçek olaylardan bahsediyorsunuz. Sizin
için tamamen hayal gücüne dayalı polisiye bir dünya yok mu?
Bence yok. Polisiye roman hayatın içinde bir şey. Benim anlattığım
her şey son derece gerçekçi. Bunu anlatıyorum evet ama öte yandan gerçek
kişilikler de var. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'nde de etini satan insanları biz
bulabiliriz, kumarbazları bulabiliriz. Ama birebir olmadı olaylar. Kader diye
bir kız yazdım Kader öldürüldü. Orada da başka bir ‘Kader’ var. Öyle denk
düşüyor ki. Neticede hayattan beslenen gerçekçi bir yazarım. Anlattığım şeyler
kurmaca olsa bile gerçekçi. Örneğin, tarih, tarih kitaplarında yazılan mıdır,
tarihçilerin anlattıkları mıdır yoksa hakikat midir? İster dünyada ister
ülkemizde bütün tarihçiler bu soruyu sorarlar: Söylenen şeyler gerçek mi yoksa
tarih yazarının ideolojisinin, tarih görüşünün, hayat görüşünün etkisinin
altında yazılan bir kurmaca mıdır?
Neden polisiye edebiyatı tarih bilimiyle
karşılaştırdınız? Bir tarihçinin tarihi soruşturması ile bir edebiyatçının
olguları soruşturması arasında ne gibi bir benzerlik var?
İkisi de aynı şeyi arıyor aslında. Yöntemsel bir benzerlik
var o da şu: Diyelim ki bir polisiye yazarı bir cinayet set up u kuruyor. Biri
öldürülüyor ve bu katilin bulunmasını istemiyor. Bunun bulunması için bazı ipuçları
lazım. Saç teli, ayak izi, parmak izi, kamera varsa oradan alınan görüntüler
yahut varsa bir görgü tanığından yola çıkarak hakikate ulaşılmasını sağlayacak
polisiye roman yazarı. Katilin kim olduğu, maktulün neden öldürüldüğü gibi
hakikatlere. Tarihçi ne yapıyor? Gidiyor bir kazı yapıyorlar bir şey
çıkartıyorlar. Tabletler çıkıyor, yazılar var. Çözmeye çalışıyorlar yazıyı.
Demek ki bu şehir binlerce yıl önce kurulmuş. Bu şehirde bir kral varmış, ne
olmuş? Dikkat edersen aynı şey, ikisi de hakikati arıyor. Biri katili bulmaya
çalışıyor, diğeri uygarlığın peşinden koşuyor. Ama arada fark şu, tarihçi bilinmezi arıyor, polisiye yazarı
hayatı yansıtıyor. Hitit uzmanı bir kadın profesör bana şunu söylemişti ‘Ahmet
Bey dedi ben 40 yıl mesleğimi yaptım, hayatımı arkeolojiye ve Hitit Uygarlığı'na
adadım ama Hititli bir insan nasıl yaşar?
Hititli bir kadın nasıl yaşar? Savaşta
nasıl konuşur? Bunları Patasana’yı (Ahmet Ümit’in bir romanı) okuduktan sonra
öğrendim. Benim burada yaptığım şey empati yaparak canlandırma. Olgunun yeniden
hayat bulması. Aradaki fark bu. Yöntemlerimiz farklı. Onlar soyut kavramsal
düşünüyorlar. Ben soyut imgesel düşünüyorum.
Soyut, imgesel demişken sizin gibi hiç cinayet işlememiş,
cinayet işlemeyi düşünmeyen bir insan polisiye yazıyor. Polisiye yazarı
‘bilinci’nden bahseder misiniz?
Bu empatiyle ilgili bir şey. Sende yazabilirsin. Sarayı
okursan sende sarayı yazabilirsin.
Herkes yapamıyor bunu ama.
İşte ben o yüzden romancıyım.
"SHEAKSPEARE HAMLET DÖNEMİNDE YAŞAMADI AMA HAMLETİ YAZDI. ÇÜNKÜ EMPATİ KURABİLİYOR. EMPATİ KURABİLDİĞİMİZ İÇİN YAZARIZ. MARSTA GEÇEN BİR ROMAN YAZABİLİRİM BÜTÜN MESELE EMPATİDE DÜĞÜMLENİYOR. BEN SEVİYORUM POLİSİYE YAZMAYI YOKSA SIKILIYORUM. SEN SIKILMIYOR MUSUN?"
"SHEAKSPEARE HAMLET DÖNEMİNDE YAŞAMADI AMA HAMLETİ YAZDI. ÇÜNKÜ EMPATİ KURABİLİYOR. EMPATİ KURABİLDİĞİMİZ İÇİN YAZARIZ. MARSTA GEÇEN BİR ROMAN YAZABİLİRİM BÜTÜN MESELE EMPATİDE DÜĞÜMLENİYOR. BEN SEVİYORUM POLİSİYE YAZMAYI YOKSA SIKILIYORUM. SEN SIKILMIYOR MUSUN?"
Sorumda ısrarcı olmak
istiyorum: İnsanlar aşık olur, aşkı
yazar, konakta büyür konak hayatını yazar, mahallede büyür mahalle hayatını
yazar. Cinayet işlemeyen birisi cinayeti hangi motivasyonlarla yazar?
Benim yanımda çok arkadaşım öldü, çok silahlı çatışma
gördüm, bıçakla vuruldum. Ama bunlar olmasa dahi yazabilirsin. Agatha
Cristine'in başına bunlar gelmedi. Sorun empati kurmak. Sheakspeare Hamlet
döneminde yaşamadı ama Hamlet'i yazdı. Çünkü empati kurabiliyor. Empati
kurabildiğimiz için yazarız. Marsta geçen bir roman yazabilirim bütün mesele
empatide düğümleniyor. Yaratıcı diyorlar ya yazarlara. İşte yaratıcılık bundan
kaynaklanıyor. Ben seviyorum polisiye yazmayı yoksa sıkılıyorum. Sen sıkılmıyor
musun? Hayat çok sıkıcı ya! Şimdi sen gençsin heyecanların var. Aşk, meşk bunları
önemli mevzular sanıyorsun ama bunlar geçici. Ben sıkılıyorum bu yüzden cinayet
romanları yazıyorum.
Sıkıcılık dediniz de; Nevzat Başkomiseri okurken onun
için hayatta her şeyin tekrar olduğunu görüyoruz. Bir tek şeye alışamıyor o da
cinayet. İnsanlar da hep bunu konuşuyor. Cinayetin kendisini konuşturma sırrı
nereden geliyor?
Bu suçtan kaynaklanıyor. Benim asla kabul edemeyeceğim şey
sonuna kadar haklı bile olsa cinayeti onaylamıyorum ben. O yüzden idam cezasına
karşıyım. Nevzat karakterini de ben yarattığım için o yüzden karşı çıkıyor.
Şimdi şöyle düşünelim birini öldürdüğü zaman bir tarafta yaşam var bir tarafta
ölüm var. Birini öldürdüğünüz de kim kazanıyor? Ölüm kazanıyor. İki taraf var
yaşam ve ölüm. Öldüğü zaman kim kazanıyor, ölüm. Bir hayat bitiyor. Birini
hayata kazandırdığınız zaman hayat kazanır. Bir adam üç kişiyi öldürmüş katil
idam cezası veriliyor diyorsun ki “haklı adam”. Bir akşam insanlar evde
yemeklerini yerken eve girmiş hayvan paralarını almaya kalkmış, onlar da
vermemişler. Çekmiş üçünü de öldürmüş. Bu adam üç kişinin canını aldığına göre
bu adam idam edilmeli deniyor. Makul mü? Makul görünüyor ama değil. Böylece biz
zaten üç kişiyi kaybettik, bunu öldürdüğümüz zaman bir kişiyi daha
kaybediyoruz. Ölüm kazanıyor. Oysa adama yaptığı şeyin korkunçluğunu
anlatabilsek ve bu adam çıkıp herkese anlatabilse cinayet kötü bir şey. Böyle
bir şey yapsak yaşam kazanmış olacak. O nedenle Nevzat'ta bütün bu olayları ve
rutini bilmesine rağmen ölüm her seferinde onu ürpertiyor. Ölüm çünkü aynı
zamanda bütün insanlık soyunun yok olması anlamına geliyor. Yani bugün bir
insanı öldürüldüğü zaman bunu kanıksadığın zaman insanlığın yaşamının bitmesi
anlamına geliyor. Bunu genişleterek aslında öteki canlıların yaşamı, doğanın
yok edilmesi anlamına kadar uzatılabilir.
Suç dediğimiz zaman cinayet, hırsızlık gibi suçlardan
bahsediyoruz. Toplumda böyle bir algı var. Siz İstanbul Hatırası kitabınızda
bütün işlenen cinayetlerin yanında aslında insanlığın İstanbul'u yağmaladığını
anlattığınızı görüyoruz. Biz neden toplum olarak diğer canlılara ve doğaya
yapılan suçu daha az konuşuyoruz da insanın yaptığı ve insana karşı yapılan
suçu daha çok konuşuyoruz?
Bunun tarihsel kökleri var. Bilime göre insan, yeryüzünün en
akıllı en mükemmel varlığıdır. İslamiyet’te de eşref-i mahlûkat olarak geçiyor.
Ama bazı durumlarda bu böyle olmuyor. Mesela en vahşi varlık diyelim ki
timsah
ama hiç bir timsah kimyasal silah kullanmaz. Bir aslan mesela yırtıcı bir
hayvan ama asla işkence yapmaz direk yiyip öldürür. Bundan zevk almaz yani. Biz
işkenceyi toplu halde yapıyoruz. Din diyor ki yaratıldığı için en şerefli bilim
diyor ki aklı olduğu için en şerefli. Ama biz bakıyoruz o akıl Hiroşima’ya
bomba attı. 100 bin kişi öldü. O akıl bugün rengi, yaşam şekli farklı diye
öteki insanı öldürüyor. Bir kere bunları oturtmak lazım. Şehir yapıyoruz doğayı
katlediyoruz. Doğanın oluşumu milyarlarca yıl alıyor. Senin en eski şehrin
İstanbul 8500 yıl. Sen bunu nasıl bozarsın? Eğer sen doğaya kötü davranırsan
insana da kötü davranırsın. Neden? Yiyecek kalmayacak plastik yiyecekler
artacak diğer canlıları öldüreceğiz. Giderek bu suç olmaya başlayacak. Çünkü
oksijeni yok ediyorlar. İçme suyu kalmayacak. İnsanlar bunun yüzünden
birbirlerini öldürmeye başlayacak. Gideceğimiz yer o. Bununla ilgili bir roman
yazılabilir mi? Yazılabilir tabi.
Romanlarınızda hep Beyoğlu, Tarlabaşı gibi refah seviyesi
düşük ve çok kültürlü semtleri ele alıyorsunuz. Toplumda da hep bu semtlerde
suç oranı daha yüksek olur gibi bir algı var ama bir taraftan baktığımızda
İsveç, Norveç gibi ülkelerde de suç oranı yüksek ve orada polisiyenin
yükseldiğini görüyoruz. Bu durum bir paradigmanın değiştiği anlamına geliyor
olabilir mi?
Los Angles ve Amerika'da suç oranını karşılaştırmışlar. Suç
sayısı aynı ama nitelikleri farklı. Oradaki suçlar trafik hatası, araba kazası
ya da hırsızlık gibi suçlar. Bizde ise suçlar; öldürmek, cana ve mala
kastetmek, insan yaralamak gibi ağır suçlar. Burada kültür ortaya çıkıyor.
Sadece yoksulluk değil, kültürel geriliğin olduğu yerlerdeki suçlar insan
öldürme gibi büyük suçlar. Suç
bakımından kuzey ülkeleriyle biz kendimizi kıyaslayamayız. Orada suç oranı bize
göre çok az. Orada polisiye yazılmasının nedeni ise çok sıkılıyor olmaları. Karanlık,
gri şehirler ve bir hareket yok. Sıkıldıkları için polisiye yazıyorlar. Agatha
Cristine de o yüzden polisiye yazdı. Yoksa İngiltere’de herkes birbirini
zehirlemiyordu.
Siz de sıkıldığınızı
söylemiştiniz?
Sanat ile sıkıntı arasında büyük bir ilgi vardır.
Yine bir başka çok yaygın bir kanıdan bahsedelim. Refah
seviyesi yüksek ülkelerde daha kompleks ve ‘kaliteli’ suçlar işlenir diye bir
algı var. Bu doğru mu?
Bu seri katil meselesinden çıkan bir şey. Böyle bir tanım
var böyle bir teori var. Bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama insanlar
çok yalnız ve yabancılaşıyor. Refah seviyesi yüksek, gelişmiş insanlar insan
öldürüyor. Bu adamlar kendilerini ifade etmek için insan öldürüyor ve biz
bunlara seri katil diyoruz. Para için öldürmüyor, çevre için öldürmüyor zevk
için öldürüyor. Sadece zevk için de değil, ben nasıl roman yazıyorsam var olmak
için o da var olmak için bunu yapıyor. Ben buradayım diyor. Bunu çok zeki bir
şekilde yapıyor ve hasta bu adam, psikopat. Normal insan bunu yapmaz. Bunlarda
empati duygusu kalmamış. Bıçağı sana sokuyorken sen acı çekiyorsun o bundan
zevk alıyor yüz kasları bile değişmiyor. Bu psikopatlığın altında yalnızlık ve
yabancılaşma var. Burada sevgilinden ayrılıyorsun Mehmet’le buluşuyorsun,
derdini Mehmet’e anlatıyorsun. Ya da ekonomik sıkıntı olduğunda köyden bulgur
geliyor. Burada öyle bir şey yok köyden bulgur gelmiyor adam yalnız ve bir
travma yaşıyor. O yalnızlık içerisinde nefret ediyor içinde yaşadığı toplumdan.
Dışarda bir çark dönüyor. İnsanlar dükkânlarını açıyor, okula gidiyor,
çalışıyor. Çıldırıyor, yeter diyor beni fark edin. Onun için okul tarayanlar
var. Kuzey ülkeleri korkunç. Kuzey ülkelerinde intihar oranı çok yüksek.
İnsanlar kendilerini öldürüyorlar, başkalarını değil, çünkü mutsuzlar. Bizim
ülkemiz ise çok renkli bir ülke ve çok canlı. Herkes bir amacın peşinde. Ev
alacağım, araba alacağım diyor, çalıyor, çırpıyor. Olumlu bir şey mi bilmiyorum
analizde bulunuyorum. Ama orada öyle değil.
Cinayet sonrasını da biraz konuşalım isterseniz. Mesela bizde
mesela insanlar cinayetler işliyor sonra kahvede pişti oynarken yakalanıyor. Ya
da ablasının evinde yakalanıyor. Bizdeki katiller niye saklanamıyorlar, mesela
İstanbul'da saklanmak kolay değil mi?
Polis her zaman yakalar. Bak şimdi orada ne var? (Ahmet Ümit
röportajın yapıldığı mekânın kamerasını gösteriyor) Kamera. Her yerde kamera
var. Dolayısıyla isterse polis yakalar. Senin polise yakalanmaman için
inanılmaz bir çaba göstermen lazım. Yani her şeyi tıpkı bir romanda olduğu gibi
değerlendirmen lazım. Bunu iyi planlarsan yapabilirsin, bu mümkün, ama çok zor.
Filmlere ve romanlara bakarak değerlendirmeyin. Gerçekçi polis dosyalarına
bakmak lazım. Orada daha basit daha gerçekçi olaylar var. İstanbul'da
yakalanmadan cinayet işleyebilirsin ama sonuçta bir yerden patlar ve çıkar.
Peki, suçun bu kadar anlık işlendiği ve polisin hemen
suçluyu bulduğu bir ülkede polisiye evreninizi nasıl kuruyorsunuz?
Cinayetin ilginçliği beni ilgilendirmiyor. Beni
ilgilendiren o cinayetin arka planında yer alan nedenler. Çok basit bir
cinayeti de anlatabilirim ele alabilirim. O cinayet bana bu ülkenin tarihini,
bu ülkenin sosyal psikolojisini, bu toplumda var olan çatışmaları yazma fırsatı
veriyorsa benim için önemli olmaya başlıyor ama öteki türlü, mesela, üç genç
çıktı bir gün, insanları öldüre öldüre Hatay'a kadar gitti, çarpıcı, ama benim
için ilginç değil.
Kuzey ülkelerinde sıkıntıdan polisiyede bir yükseliş var
dedik, bizim ülkemizde de sürekli suç işleniyor. Bu kadar suçun işlendiği bir
ülkede haliyle insanlar polisiye dizilere, filmlere çok ilgi duyuyorlar. Arka
Sokaklar gibi uzun yıllar sürmüş bir polisiye dizi gerçeği var. Bu ilgi neyin
göstergesi?
Arka Sokak'lar dizisini ben kurdum. Arka Sokaklar bir
polisiye değil polisin dizisi. Dizide polislerin başından geçen çok basit
entrikalar konu ediliyor. Zaten karmaşık olsa Türk halkı izlemez. Mesela Dexter
ve Breaking Bad gibi dizileri Türk halkı izlemez. Neden çünkü oturup bu katil,
bu planlar içinde diye düşünmez. Bunun demokrasimizle doğrudan ilgisi var. Adam
yolsuzluk yapmış, hırsızlık yapmış çalmamıştır diyor daha aklanmadan. Çalmaz o
diyor. Çünkü bizim düşünme sistemimiz inanmak üzerine kurulu. Muhakeme,
tartışma ve kuşku duyma üzerine kurulu değil. Polisiye aslında budur. Neden ilk
polisiye 1841 yılında Fransa'da Edgar Allen Poe tarafından yazıldı. Bizde biraz
sonra yazıldı. Neden orada yazıldı? Çünkü orada kırsaldan insanlar şehre
gelmişler. Karmaşık cinayetler yaşanıyor ama bizim ülkemizin böyle bir şeye
ihtiyacı yok. Arka Sokaklar fikri çıktığında ben daha karmaşık bir yapı kuralım
dedim. Türker İnanoğlu halk izlemez bunu dedi. Ben bunu yapmayayım dedim.
Kurdum, üç bölüm sonra da çekildim. Arka Sokaklar'da karmaşık hikâyeler yok
tamamen yalın ve bu yüzden başarılı. Biz Karanlıkta Koşanlar diye bir dizi
yaptık, Uğur Yücel ve Haluk Bilginer oynadı. Normalde reyting rekorları kırması
gerek bu isimlerle. Fakat izlenmedi. Türk insanı karmaşık bir yapı çözmeden
çekirdeğini çitleyip çayını içerek dizisini izlemek istiyor. Benim kitabımın
ikinci baskısı 250.000. Avrupa'da olsa milyonlar satmıştı. İngiltere Agatha Christie
ve Sheakspeare'den para kazanıyor. Bu gerçeği unutmayalım.
Kitaplarınızı yazarken tarihten besleniyorsunuz. Tarih
dışında beslendiğiniz bir alan var mı?
Yazarken polislerle konuşurum, tarihçilerle konuşurum.
Konuyla ilgisi olan insanlarla konuşurum. Mesela Bab-ı Esrar'ı yazarken
tasavvufçularla konuştum. Ben yazarım çünkü bir tarihçi değilim. Ben tarihin ve
olayların benim oluşturduğun karakterler üstündeki etkisini yazıyorum.
Başkomiser Nevzat'ın, Eski Türk Musikisi'nden ilham
aldığınızı biliyoruz.
Başkomiser Nevzat karakteri alaturka bir karakter ve eski
İstanbul'lu ve Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Safiye Ayla gibi sanatçıları
dinliyor. Dolasıyla bu müzikler benim o döneme gidebilmem için bir araç oluyor.
Yorumlar
Yorum Gönder